14 Ocak 2012 Cumartesi

Mor Mürekkep - Nazan Bekiroğlu

Nazan Bekiroğlu'nun bir başka enfes kitabı. Bundan önce okuduğum kitapları roman ve hikaye üzerineydi. Denemelerini çok merak etmekteydim. Zira romanları ve hikayeleri, klasik masal anlatımından ziyade deneme havasında yazılmışlardı. -Haliyle- denemelerinin, normal denemelerden -hadi ortalama denemelerden diyelim- daha derin olacağı aşikardı. Bu tahmin edilen aşikarlık, boyut atlamış bir şekilde ispat olundu nazarımda.

9 denemelik 'Hayat ve Kelimeler', yine 9 denemelik 'Eşik', 35 denemelik 'Yol Arkadaşım', 12 denemelik Hüsn-ü Talil ve de 2 denemelik 'Senin İçin' bölümlerinden oluşmakta kitap. Her bölüm ayrı ayrı 'mühim kıymetler' serencamı tadında ve en sevdiğim denemeler tüm bölümlere paylanmış durumda. Kitabı bölemedim hasılı. Her bölüm ayrı güzel, ayrı vurucu, ayrı tadlı (tada sahip (: ).

Çok şey denir de Nazan Bekiroğlu'na, hiçbiri yetmez. Derinliğinin anlaşılmadığıyla ilgili çok şedit algılarım mevcut. İçerikten bağımsız artıları da var hem. Diğer pek çok yazar(!) gibi, yaptığı alıntıları gizlemekten heder olacağına, yazıya müthiş yedirmesinin yanında göğsünü gere gere belli ediyor. Ne kadar kirlenmişiz ki, belirtilen alıntılara methiyeler düzüyoruz! Basit ahlaki kuralların yerine getirilmesinin bu şekilde övülmesi pek hayra alamet değil!

Ayda 1, bilemedin 2 ayda 1, hadi en bilemedin 3 ayda 1 Nazan Bekiroğlu okumak bünyeye oldukça iyi geliyor. Söylemiş olalım smile.gif Hazin(!)seniz durmayın zaten...
Devamını Oku

12 Ocak 2012 Perşembe

Rocky (1976) - Adriannnnnn :)

Orijinal boyutu için tıklayınız

Ne zamandır bu, çocukluğumun efsane serisine bir tekrar geçmek niyetindeydim. Ertele ertele anca başlayabildim. Diğer 5 filmi de izleme niyetindeyim ama bakalım artık ne zamana tamamlanır :)

Boks filmlerinin kralı olmakla bir hayli ünlüdür Rocky serisi. Tüm dünyada Rocky filmleriyle büyümemiş çocuk çok azdır sanıyorum. En azından erkek çocuğu diyelim. Maçlara hazırlanırken ki, o fakir sporcu psikolojisine girmeden büyümek sanırım en bedbaht durumlardan biridir. Yine, zor geçmelerine rağmen her kazanılan maçtan sonra atılan "Adriaaaaaannnnnn" naralarına eşlik etmemek de bir o kadar kötüdür :)

Sylvester Stallone'nin neredeyse ilk senaryosudur bu film. Bundan önce iki üç çalışması olsa da offical çalışmalar değildir bunlar. Bu durum, filme dair sempatileri daha da artırıyor tabii. İlk senaryo denemesinde, popülizmden bu kadar uzak kalmak her babayiğidin harcı olmasa gerek. Genel kanı, boks filmi olduğu yönündedir Rocky'nin. Ama aslında bir boksörün hayatına dair çok güzel bir izlenim görünümündedir bu ilk film. Zaten bu sebeple de filmdeki boks sahneleri oldukça azdır. Bir tek filmin sonu boks sahnesi içerir ve o bölüm de oldukça gerçekçidir. Diğer boks filmlerinin aksine güzel bir kurgu içermez boks maçı. Ve buna rağmen gelmiş geçmiş en iyi boks filmlerinden sayılır Rocky. Hatta çoklarınca en iyisidir.

En azından klasik Amerikan filmleri gibi New York'ta geçmez. Nispeten görülmeyen yerlerden olan Philadelphia'da geçer hikaye. Sırf bu bile var olan sempatimi daha da katlar. Ama bütün bunlara rağmen yine de 10 Oscar adaylığını hak edecek bir yapım olmadığı barizdir şahsımca. Hele de 3 Oscar ödülü, biraz abartıdır. Hani 1976 yılında çekilmemiş olmasaydı anlardım da, bu yılın diğer filmlerine bakınca birkaç adım geriden geldiği açıkça görülür.

Chuck Wepner'in Muhammed Ali ile mücadelesinin senaryosu olduğunu da hatırlatalım bilmeyenler için. Tıpkı filmdeki Rocky gibi, Chuck da kendisinin ayarında olmayan bir dünya şampiyonunun karşısında 15 raunt dayanmıştır ve oy çokluğuyla yenilmiştir. Hatta filmden sonra Chuck Wepner, Sylvester Stallone'ye dava açmıştır vs...

Neyse efendim. Öyle mazisi olan bir filmdir işte Rocky. Çok kazandırdığı için seriye bağlanmıştır ve bilindiği üzere en sonuncusu 2006'da olmak üzere 6 tane film çekilmiştir. 1'e 117 kazandırırsa bir film, farklı bir süreç de çok zor olurdu zaten.

Müziklerine bilerek değinmedim. Daha da uzamasın yazı. Tekrarı da hoş oluyor. 90'larda çocuk olanlara duyurulur :)


7 / 10
Devamını Oku

8 Ocak 2012 Pazar

01-07 Ocak 2012 Film Yorumları

Yeni yılla birlikte bundan böyle periyotları 10 günden 1 haftaya çektim. Diğer türlü başlıkların haddinden uzun olduğu ve bu sebeple okunmalarının daha zor olduğu yönünde mailler aldım. Biraz da böyle deneyelim bakalım nasıl olacak. Yılın ilk kısa yorumlarına hoş geldiniz :)




Amerikan seçimlerinin perde arkasına dair hoş bir politik-gerilim. Yer yer oldukça güzel olmasına rağmen yüksek beklentileri karşılamaktan hayli uzak bir profile sahip filmimiz.

Oyuncu seçimlerinde garip bir rahatsızlık hissettim. Ama nedir bu rahatsızlığın sebebi derseniz tam bir cevabım yok. Hani hepsi de mükemmel oyuncular ama nedense uyuşmamışlar sanki. Ne Paul Giamatti ne George Clooney ne de Philip Seymour Hoffman... Hatta ve hatta ne de son zamanların 'yanan' aktörü Ryan Gosling. Olmamışlar. Rollerine gitmemişler. Tabii yılın en kaliteli filmlerinden olmaya aday bir film açısından durum bu. Yoksa bu oyuncuların süper olmayan performanslarına rastlamadım daha önceden.

Müzikleri ve çekimleri oldukça göz dolduruyor. George Clooney'in yönetmenliğe daha fazla ısınmasını sağlamıştır umarım bu film. Zira eleman gerçekten güzel kalkıyor işin altından. Ama senarist seçimlerinde biraz daha detaycı olmasını önermeden edemeyeceğim. Şu kalitede çekilmiş bir filme daha dolu söylemli senaryo lazımdı. Bu haliyle bu süper çekimlerin altında kalmış söylem.

İzlenesi diyerek ve yılın parlak filmlerinden olduğunu da ekleyerek;

The Ides of March (2011) 6+ / 10



En başta söylemek gerekirse, Invictus bir iyi niyet filmi. Yaşlanmayan delikanlı Clint Eastwood gibi harika bir yönetmene ve Matt Damon gibi -yaklaşık- son 10 yılın en iyi aktörlerinden birine sahip olsa da kadrosu, başyapıt olmaktan oldukça uzak.

Güney Afrika'nın adam olmaya başladığı yılların tartışmasız tek kahramanı olan Nelson Mandela'nın ülkeyi hangi saiklerle yönettiğine yakından şahit ediyor film izleyiciyi. Tabi apartheid rejimine duyulan kin ve türevi duygular sebebiyle Mandela amcamıza duyduğumuz sevgiden çok daha fazlasını yansıtmamız gerekiyor her yazıda, filmde, belgeselde vs. Clint baba da böyle yapmış. Yaşı 80'e gelip hala güzel bir adaya çekilip kazandığı paraları yemeyip, insan haklarına dair söylemli filmler çekmeye çalışınca tersi de düşünülmüyor zaten.

Morgan Freeman her zamanki gibi enfes oynamış. Mandela'yı tanımayan bünyeler için kötü olmuş lakin. Gerçek Mandela olarak bundan böyle Morgan Freeman kalacaktır akıllarında :)

Senaryosu da filmin fikrine göre dizayn edilmiş. Söylemi sadece antiayrımcılık üzerine. Sherlock Holmes'ten tanıdığım Anthony Peckham'dan da fazlasını beklemek yanlış olur sanıyorum. Elemanın çapı bu gibi duruyor. Bu haliyle 1995 Dünya Rugby Kupası belgeseli gibi olmuş senaryo.

Yine de içimde bir yerler kıpırdıyor. Filmi sevmeden edemiyorum. Zaten Jonah Lomu gibi bir efsaneyi hatırlamamızı sağlamasından sonra sevmemek pek kolay olmazdı. Sanırım yukarı tamamlayacağım :)

Invictus (2009) 6 / 10



Ötanazi bağlamında, etik mi değil mi tadında bir film. Didaktik yapısı sebebiyle maça geriden başlıyor film. Ama gerek oyuncu performansları olsun gerek müzikleri olsun mükemmel ataklar izliyoruz. Uzun süresiyle ataklarının gücü zayıflasa da maçı güzelce bitiriyor sonuçta. Genel olarak böyle özetlenebilir You Don't Know Jack.

Filmin ismi de bir hayli uyuşmuş durumda, konusuyla. Ötanazi gibi bir fikre karşı 'olmamak' her babayiğidin harcı değil gibi. Bu sebeple bu güzel isim oldukça oturaklı olmuş. Tüm giderine rağmen!

Geçtiğimiz senenin en elle tutulur filmlerindendi You Don't Know Jack. Hem Emmy hem de Golden Globe törenlerinde şov üstüne şov yapmıştı. İzledikten sonra kolaylıkla hak ettiğini söyleyebilirim. Zaten sinema çevrelerince pozitif ayrımcılığı olan ötanazi konusu üzerine olduğundan, her şekilde isim yapacaktı. Bir de üstüne Al Pacino gibi gerçekten de bir dev olan, muhteşem bir oyuncunun varlığı eklenince ortaya böyle güzel bir şey çıkmış.

Ermeni meselesine dair repliklerin yakışmadığını ekleyerek, yıldızlı bir puan vermeden edemiyorum;

You Don't Know Jack (2010) 6+ / 10



Londra, nadide ürünleri ortaya koymuş edebiyatı kadar halkına özel korku efsaneleriyle de ünlü bir dünya başkenti. O efsanelerden biri de Sweeney Todd. 18. yüzyıl anti-kahramanlarından olan bu eleman üzerine pek çok yazılı ve görsel eser var literatürde. Tim Burton'un, her zamanki oturmuş kadrosuyla ortaya koyduğu bu film ise bu literatürdeki örneklerinden kolaylıkla sıyrılacak bir yapım hükmünde.

Londra'nın o karanlık atmosferi tam anlamıyla yansımış perdeye. Zaten Tim Burton'dan beklenen bu karanlık, beklenmeyen aydınlıkla inanılmaz bütünleşmiş. Hayatımda izlediğim en güzel 'aydınlık' sahneleriyle beni benden aldı film. Ne güzel sahnelerdi Allahım :)

2-3 yıldır bekletiyorum filmi. Sırf filmde ustura var diye. Kandan o kadar iğrenmeme rağmen sonunda izlemeden edemedim. İyi ki de edememişim :) Son zamanlarda izlediğim en güzel müzikaldi. Müzikalin yanı sıra, son zamanlarda izlediğim en güzel performanslardan biri de vardı filmde. Söylemeye gerek var mı bilmem, Jonny Deep resmen mükemmel oynamış. Hani Tim Burton ne kadar psikopatsa Johnny Deep de bir o kadar psikopat. Eleman bu tip arıza rolleri inanılmaz kotarıyor. Diğer oyunculara girmiyorum, hepsi ayrı güzeller.

Lakin koca bir vurguyu hak ediyor film. Tamam türü müzikal. Ama bu kadar güzel mi olur parçalar arkadaşım. Senaryosundan bağımsız sadece müzikleri için sevdiğim çok az müzikal vardır. Onlardan biri oldu hemencikten Sweeney Todd. Giriş müziği ayrı, soloları ayrı koroları ayrı olmuş. İzlemeden ölmeyiniz efenimmm.

Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street (2007) 7+ / 10



M. Night Shyamalan'ın çöküşünün kayıp halkasıydı bu film benim izleme serüvenimde. Kötü olacağını tahmin ediyordum ama Devil'le zirveye ulaşan bu meşakkatli yolda, belki bir tökezleme yaşamıştır dedim M. Night Shyamalan için. En azından umudum vardı. Elimden alındı o umut sayın okur!

Yerden yere vurmak istemiyorum ama film böyle yazılmaz arkadaşım. Sen ki The Sixth Sense gibi bir film yazabilmiş insansın. Zaman geliyor da nasıl bu tip senaryolar yazıyorsun, aklım almıyor cidden.

Ama filmi izleyecek olanlara güzel bir haberim var. Mark Wahlberg, bu filmde hep giyinik. Yok t-shirtü yırtım atayım, karın kaslarımı sergiliyim derdine hiç girmemiş. Kutluyoruz elemanı bu tek filmlik, muhteşem nefs terbiyesi için :)

Bir diğer dikkat çekilecek oyuncu Zooey Deschanel. O zamanlar toymuş ve şimdiki haliyle yakından uzaktan alakası yokmuş. Tam farkı ayırt edebilmek için bu sene başlayan New Girl dizisine bakmak yeter de artar :)

Çok çok kötü dememekle beraber, kötü yazılmış bir film. Basit yazılmasından ziyade kendi içinde çelişkiler ve açmazları olan bir senaryo. Yine de izlenebilir durumda diyerekten;

The Happening (2008) 3 / 10



Üzerine ne dense az filmlerden biri Heat. Ama illa bir şey denecekse ucuz ve basit bir film olmadığıdır. Diğer tüm denmesi gerekenler bunlardan sonra denmelidir. Filmi izleyip de beğenmeyenleri Allah'a havale ediyorum :) Bunun yanında çok da gerçek bir film. Draması oldukça güçlü. Söylemi vurucu. Büyük filmlerden hasılı...

Yakın sinema tarihinin en büyük oyuncularından Al Pacino ve Robert De Niro ikilisini bünyesinde barındırması bile yeter de artar büyük film olmasına. Üstüne bir de say say bitmez oyuncu kadrosu vardır ki, daha yönetmenliğini ve senaristliğini yapan Michael Mann'i saymıyoruz.

Al Pacino ve Robert De Niro ikilisinin egolarının savaştığı film olarak da bilinir Heat. Hatta o kadar vahimdir ki durum, filmdeki karşılıklı sahnelerinin ayrı ayrı çekildiği söylenir. Tabii sahnede gözüktükleri sahnelerin sürelerinin salisesi salisesine eşit olduğu da eklenir bu efsaneye. Hiç kontrol edesim yok. Söylenmeye devam etsin, sinema efsaneleri iyidir :)

Banka çıkışındaki çatışma sahnesi 13 dakika sürüyor. Tuttum :) Ve sinema tarihinin en iyi ve uzun çatışma sahnesi olduğu yönündeki genel kanıya sonuna kadar katılıyorum. Ayrıca iki devin karşılıklı oynadığı kafe sahnesini de bir yerlere not almak lazım. Kelime kelime muhteşem bir diyalog kurgusu var bu sahnenin. 6 ünlü Hollywood senaristinin yazdığı söyleniyor bu sahneyi de. Onu da araştırmadım derinlemesine. Bkz yukarı; sinema efsaneleri iyidir :)

Neyse efendim. Sinema tarihi açısından mühim bir film. Karakterlerin bu kadar çelişkili olduğu çok az film vardır. İyi kimdi sahi ya?

Heat (1995) 8 / 10



Kısa yorumlar yaptığımdan ve bu film kısa yorumu kaldırmayacağından hemen girişeyim olaya. Tarafsız olduğunu iddia etmeye yeltenen, bu iddiasını desteklemek için gerçeklikten kopmayı kolaylıkla göze alabilmiş ve yaşanmış bir olayı anlatma niyetini misyonerlikle bezemiş bir filmle karşı karşıyayız.

Geçtiğimiz senenin açık ara dikkat çeken filmlerinden biriydi Des hommes et des dieux (Tanrılar ve İnsanlar/Of Gods and Men). İlk paragrafta söylediklerime rağmen bu dikkat çekmişliğini hak ettiğini düşünüyorum. Zira film söylemiyle sınıfta kalırken, sinematografisiyle bırakın sınıfı geçmeyi, yıldızlı pekiyiler alıyor. Yakın çekimlerdeki ustalık gözlerden kaçamayacak kadar başarılı. Karakterlerin ruh hallerini yüreğimize yüreğimize kazıyan yüz mimiklerini, bu kadar başarılı bir şekilde perdeye yansıtmak hiç kolay bir şey değil. Sırf bu yüzden filme uzanan dillere dikkatli olmalarını salık veririm.

Fransa'nın Afrika'daki varlığıyla ilgili yakın ve orta-uzak bilginiz yoksa filmden, filmi yapanların söylemlerine dair pozitif bir şekilde etkileneceğinize garanti verebilirim. Zira filmimize ismini veren keşişlerimiz tam anlamıyla Havariler v2010.0 havasındalar. Yardan ve birçok şeyden geçmişler. Üstüne hızlarını kesememişler serden de geçmişler. Ve tam manasıyla havari olup çıkmışlar. Hani tarihten bir haber olsak, Fransa'nın Afrika'da yaptıklarını bilmesek, oradaki misyonerlerin Fransa'nın ajanlığını yaptığına dair bilgiler-belgeler edinmesek anlayacağım ve belki de inanacağım ama olmamış böyle. İnandırıcılık özelliği yerlerde filmin.

Neyse çok su kaldırır bu film. Teknik yönüne yaptığım övgülerin arkasında kararlı bir şekilde olduğumu yine vurgulayarak hakkını da yemeden puanımızı verelim. Film gerçekten de kaliteli ve dolu.

Des hommes et des dieux (2010) 7 / 10



Hikayesiyle ayakta duran, eleştirel kara mizahıyla vuran bir film Filantropica. Romanya'nın aslında ne kadar Türkiye'ye, Türkiye'nin de aslında ne kadar dünyaya benzediğinin 110 dakikalık bir resmi. Ülkelerden ziyade insan doğasının benzerliğini gözler önüne sermesi açısından bir hayli önemli bir film.

Hafif bir Namuslu havası seziliyor filmde. Ama hikayesi gerçekten daha kayda değer ve senaryosu bir Balkan filminden beklenmeyecek cinste zeki. Kurgusunun da başarısı ekleniyor bunlara ve ortaya izlenesi bir film çıkıyor.

Filmin ismi de anlattığı hikayeyle muhteşem uymuş. Yazan ve çizenler oldukça zeki ve komik insanlar diyebilirim. Sadece ucuz göndermelere yaslanmayan komediler her zaman bulunmuyor.

Oyunculuklar ve dekor olarak türdeşlerinden biraz geride bile sayılabilir ama içerik olarak hatırı sayılır bir film. Bir şans vermek lazım.

Filantropica (2002) 6+ / 10
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...