Az önce mükemmel bir deneme kitabı bitirdim. Son zamanlarda en haz aldığım kitaptı sanırım. Her ne kadar uzun süre bitmemesi için uğraştıysam da, uygulanabilirliğin zirvesindeki bir yavaşlıkla okuduysam da... bitti. Yazarıyla ilgili hiç bilgim yoktu okumadan önce. Öylesine başladım, belki de bu sebeple -zaten girişten de anlayacağınız üzere- muazzam derece sevdim kitabı. Tabii denemeye olan ilgimin de illa katkısı vardır bunda.
Hayattaki her şeyi gruplandırırım ben. Daha sonra o gruplara böldüğüm şeyleri-kavramları-fikirleri-olayları çok daha fazla sayıda alt gruba ayırır ve herbirine anca birer değer biçerim. Yazın türlerinde de durum bu. Kaç defa değerlendirirsem değerlendireyim hepsinde deneme türü açık ara önde çıkıyor, sevgi scalamda. Bunun iki-üç kayda değer nedeni var. Öncelikle deneme türünde hiç sınır yok. Ucu bucağı olmayan tahayyül dünyanızla, istediğiniz gibi yön verebiliyorsunuz bahsetmek istediğiniz şeylere. Makale gibi herhangi bir ispat güdüsü ensenizde at koşturmuyor, aksine denemede jokey sizsiniz.
Bu durum yazarken de okurken de ayrı ayrı tadlar sunuyor. Yazarken potansiyelinizin, sınırsızlıkla türlü dirsek temaslarına girdiğine bizzat şahit oluyorsunuz. Okurken de -eğer güzel yazılmış bir denemeyse-, en az uzaylı iki canlının birbirlerinin gezegenlerine ayak basmaları kadar farklı bir evrene komşu olmanın garipliğini(!) yaşıyorsunuz. Sırf bu farklı duyguları tadma ihtimali bile, deneme türüne saygın bir bakış kazandırıyor nazarımda.
Denemeyi gereksiz(!) yere bu derece abartmamı ve bu satırları yazmamı sağlayan kitabın adı Turna ve Gayda. Dediğim gibi yazarı bendeniz için meçhuldü. Kitabı okuma nedenim de 2000 yılında Türkiye Yazarlar Birliği'nden yılın deneme ödülünü almış olmasıydı. Genelde en sevdiğim eserlerin ödüllendirilmekten uzak bir yaşam sürüyor olması, ödüllü eserlere karşı antipati geliştirmeme sebep olur ve ödüllü şeyleri okuyup-izleme konusunda pasif bir tutum takınırım. Bu antipatinin, önyargı mahsulü olduğuna kanaat getirince, ödüllü bir kitap alayım bakalım dedim ve başladım okumaya.
Kitap, giriş kısmı önyargımı doğrular mahiyette ama ortalarından sonra iyice açılan bir denemeyle başladı. Adı Oynum Yok. Bu tabire hem bazı arkadaşlarım sayesinde hem de annesi-babası başta olmak üzere, bir kuşak önceki tüm yakınları köyde yaşamış biri olarak gayet aşinayım. Şehirde doğmuş, şehirde yaşamış ve büyük olasılıkla şehirde ölecek biri olarak, köy yaşantısı her zaman efsanevi gelmiştir bana. Büyüklerimizin, çok eski çağlarmış gibi anlattıkları ve anlatırken aralara sık sık ''nerde o eski günler'' türünde içgeçirişler serpiştirdikleri köy anılarını kastediyorum tabii ki. Yoksa benim de yakalayabildiğim, tıpkı bizim şehirlerin batıya benzeme çabası gibi, kent yaşantısına özenerek köhneleştirdikleri hallerini değil.
Başta sanayileşme ve batılılaşma olmak üzere modernleşmenin tüm altdallarını hiçbir zaman tam olarak anlayamamış sistem ve uygulayıcılarının, tarihiyle-kültürüyle-insanıyla her daim kendinden söz ettiren bu memleketi bambaşka bir duruma getirmesi, kendimi bildim bileli en takıntılı olduğum tarihi süreçlerden biridir. Buradan devam etmek isterim ama blog uzun yazıyı pek kaldırmıyor. Onun için ''yazarın da bu duruma takmış bir uslüba sahip olması kitabı bu kadar sevmemi sağladı'' diyerek bağlamış olayım.
Aslında bu tutum toplumun geneline hakim. Lakin iş, çeşitli argümanlar üretmeye gelince garip bir pasiflik çöküyor insanımızın üzerine. Pasifivize olmamış olanlar da, genelde ''benim babam seninkini döver'' uslubundan çok da fazla kurtulamayan siyasi argümanlar geliştiriyor. Hal böyle olunca söylenmek istenenler, sözlerin kurbanı olup yarı yolda ruhunu teslim ediyor. İşte Berat Demirci bu konuda çok güzel bir açılım yapmış ve direkt siyasi söylem geliştirmek yerine, kendi hayatında şahit olduğu olayların sebep ve sonuçları üzerinden anlatmış bu yıkıcı sürecini.
Ne zaman tahsilleri sorulsa kendilerine has muzip edalarıyla ''hayat üniversitesini bitirdim'' diyen, görmüş-geçirmiş amcalar vardır ya çevremizde. Kitabi ilimlerden bihaberdirler ama dolu dolu konuşurlar. Sanki 2-3 yaşam sürmüşlerdir de anlata anlata bitiremiyorlardır. İşte o amcaların mürekkep yalamış hali gibi sanıyorum Berat Demirci'yi. Dili o kadar zevkli, o kadar akışkan...
Tanıyor olsam bizzat kutlardım kendilerini. Sivas'ta öğretim görevlisiymiş, orada üniversite okuyan birileri bu yazıya denk gelirlerse iletsinler tebriklerimi. Zira bu denli orjinal usluplar çok az geliyor dünyaya. Ne haddinden fazla romantik, ne de aşırı realist. Tam olarak insanın yüreğine giden yazılar var kitapta. Karşı görüş bile olsanız, gülmeye evrilen tebessüm zincirinden kurtulacağınızı sanmıyorum.
Okumakla arası çok da iyi olmayan biri olarak, bu kitabı çok kereler okuyacağımı sanıyorum. Hatta yazar fetişi olmayan ben, yazarın diğer kitaplarını düşünüyorum şuan. Alsam mı almasam mı diye.
Sözün özü, okuyun bu kitabı. Ben sevdim siz de sevin emi :)