27 Aralık 2011 Salı

Page Eight (2011) - Komplolar Komplolar Komplolar...

 
Bu senenin dikkat çeken Tv filmlerinden biriydi Page Eight. Oyuncu kadrosunda bulunan Bill Nighy, Rachel Weisz ve Ralph Fiennes; yönetmen ve de senaristliği üstlenmiş David Hare bir hayli klas isimlerdi. Kanalın BBC olması, filme duyulan merakı haliyle daha da körüklüyordu. Özellikle son yıllardaki TV filmlerinin yükselen çizgisiyle de birleşince tüm bu durumlar, Page Eight adına izlenmeyi dört gözle bekleyen bir film imajı çıkıyordu ortaya.

TV filmi olmasından sebepli, filmde herhangi bir kaçma zıplama sahnesi olacağını düşünmüyordum. Nitekim öyle de çıktı. James Bond'larla Jason Bourne'lerle yıkanmış beyinlerimize güzel bir tokat etkisi tadında olmuş film. Ne tam minimal, ne de dram dozu fazla olan kasvetli bir film. Hepsinin ortasında, işini layıkıyla yapabilmiş güzel bir Tv filmi.

Son yıllarda yükselen dalgalardan biri de devletleri istedikleri gibi kullanmaya başlayan hükümet üyelerinin ipliklerini, ortaya çıkarma eğilimli senaryolar. Pek çok örneğini görmemize rağmen birçoğu sadece aksiyon üzerine kurulu olduğundan, talep edilen hazzın çok az bir kısmını elde edebiliyoruz bu senaryolar üzerine kurgulanmış yapımlarda. Özellikle 11 Eylül ve sonrasında cereyan eden Irak İşgali'nin dünya üzerinde yarattığı 'psikolojik sınırları küçültme etkisi', bu tür aksiyonu bol filmlerdense, diyeceğini cesaretle söyleyen filmler çıkmasına daha bir imkan verir hale getirdi yazar-çizer tayfasını. Geçen seneki The Ghost Writer (okuyunuz ve izleyiniz) örneğindeki gibi çok kaliteli filmler izlemesek de, Page Eight örneğinde olduğu gibi, derdiyle bütünleşmiş dram soslu filmleri daha çok izleyeceğiz gibi duruyor önümüzdeki yıllarda.

Film birçok açıdan övgüye layık durumda. Daha çok senaristliğiyle tanıdığım ve gerçekten hayranlık duyduğum David Hare'nin, Tv filmleriyle de olsa, yönetmenliğe daha fazla mesai ayırması gerekliliğini en şiddetlisinden hissettim bu filmde. Bugüne kadar yönettiği hiçbir filmi izleme şansı bulmamıştım. Kolaylıkla söyleyebilirim ki, pek çok yönetmen geçinenden çok daha başarılı. Gerçi çekilen mekan İngiltere ise, verilmek istenen duygu, İngiltere'nin o doğal kasvetiyle çok rahat bir şekilde izleyiciye geçirilebiliyor. Ama mekan avantajlarını iyi kullandı diye kimseyi gereksiz eleştirmemek gerekli sanki :) Sadece, senaryosunu yazdığı The Hours filmiyle bile oldukça beğendiğim David Hare'yi böylelikle daha bir sevdim sonuç itibariyle. Keşke devam etse deyip, başarılar diyelim şimdilik kendisine.

Filmi genel olarak beğendim ama bir taraftan da kızdım sanırım. Bu kadar güzel bir mevzuyu, bu kadar güzel anlatıp da ucuz reklamlara hapsetmemeliydi yapım kendisini. Tanınırlılığı üst seviyede olan Rachel Weisz'ı, filmdeki karakteri çok ön planda olmamasına rağmen filmin afişine koymayı kabul edebileceğimi sanmıyorum. Hele ki filmi tek başına götüren bir Bill Nighy var iken. Pek çok ünlü yapımda yer almış bu usta aktör, filmi tamamen tek başına sırtlamış. Bu sene aday olduğu 69. Golden Globe'yi çok rahat bir şekilde kazanacak kadar iyi oynamış hatta. Ödül olayları karışık ama biz yine de kazanmalı filan konuşmayalım. Zira diğer adaylar da oldukça sağlam durumdalar. Tek tek değinmeyelim bu filmin başlığında ama gerçekten güzel performanslar var bu yıl, hem film hem dizi hem de mini-tv serilerinde.

Efendim hasılı, güzel bir film Page Eight. Düşük bütçeli olduğu belli olan bu filmi, duru anlatımı sebebi için bile izlemek lazım. Türdeşleri artar umarım. Altın Küre'de başarılar.

6+ / 10
Devamını Oku

26 Aralık 2011 Pazartesi

The Hobbit: An Unexpected Journey Fragmanı

Afişin orijinal boyutu için tıklayınız


The Lord of the Rings serisiyle büyülenmiş bir nesiliz arkadaşlar. En azından şanslı bir çoğunluğunu oluşturuyoruz neslimizin diyelim. Herkeste hemen hemen benzer etkiler yaratan bu muhteşem seriden sonra, akıllarda tek şey vardı; acaba Peter Jackson, Tolkien'in diğer eserlerini de perdeye uyarlayacak mı?

Neyse ya Hu. Yazmaya gerek yok sanırım. Bir zamandır devam eden fragman başlığı atmama alışkanlığımı, uzun zamandır beklediğim The Dark Knight Rises'in ilk fragmanıyla bozmuştum geçenlerde. The Hobbit: An Unexpected Journey'le de devamını getireyim. Ama bu kadar. Bundan sonra yok :)

Arkadaşlar fragman enfes olmuş. İlk çıktığı dakikadan itibaren kaç defa izlediğimi bilmiyorum. Ama fragmanı tamamen ezberlediğimi söyleyeyim şarkıyla (şiirin ilgili kısmı) beraber, oradan siz bir tahminde bulunun :)

Bir de fragmanın yayınlanmasına sevindim mi üzüldüm mü bilememeye başladım bir iki gündür. Hani hayatı devam ettiren ceninler bile 9 ay 10 günde ete kemiğe bürünüyor. Filmin vizyonuna daha tam 1 sene var. El insaf yani, bu fragmanı izletip de 1 yıl bekletmek...
Olmadı PJ :OLEYO:

Yazan: Fragmanın muhteşemliğiyle aklının başından gittiğinin farkında olmasına rağmen saçmalamaktan geri kalmamaya çalışan Mehmet :)

Devamını Oku

23 Aralık 2011 Cuma

11-20 Aralık 2011 Film Yorumları

Kaynak alt yazısının çıkmaması sebebiyle zoraki bir ertelemeye tabi tuttuğum, bu yılın en çok beklediğim filmlerinden biriydi Midnight in Paris. Beklentilerimin hepsine birer birer karşılık vermiş Woody Allen. Oyuncu seçimi, karakter yazımı, resim tercihi...

Hafif bir Night At The Museum havası sezilse de pek çoğumuzun hayatında önemli yerleri olan karakterlerle apayrı bir kimliğe bürünmüş film. Ve bu ressam, yazar, düşünür, yönetmen, senarist olan mühim tarihi şahsiyetleri canlandıran oyuncuların hepsi de mükemmel oynamışlar. Tabii Corey Stoll ve Adrien Brody bambaşka oynamışlar. Hani sadece bu ufak performanslarıyla bile pek çok ödül verilebilir bu iki oyuncuya.

İsimlerini anmadan olmaz :) Filmde şunları gördüm gibi. Kaçırdıklarım varsa affola. Zelda Fitzgerald - Scott Fitzgerald, Cole Porter, Ernest Hemingway, Juan Belmonte, Gertrude Stein, Pablo Picasso, Djuna Barnes, Salvador Dali, Luis Bunuel, Man Ray, T. S. Eliot, Henri Matisse, Leo Stein, Henri de Toulouse-Lautrec, Paul Gauguin, Edgar Degas. Ve bir de sondaki saray ikilisi. Ama çıkaramadım kimlerdir :)

Midnight in Paris (2011) 7+ / 10



Öncelikle bir Pedro Almodovar filmi olduğunu bilmek lazım izlemeden önce Hable Con Ella'yı. Yoksa mana yüklemeler zorlaşabilir pek çok sahnede, kurgunun gelişiminde vs. Zaten yönetmenle bir geçmişiniz varsa çok kolay akıyor film. Bunu neden dedim. Hemen söyleyeyim. Filmi toplu izledik. Ama homurtusu bol bir filmdi. Bıraksak mı, geçsek mi, değişsek mi gibi pek çok ses duyuldu arkadan önden :) Keşke birisi uyarsaydı bu elemanları :)

Neyse efendim, film pek çok açıdan vurucu. Belki yer yer hırpalayıcı. Hatta daha çok da düşündürücü. En basitinden 'normal nedir' sorusunu illa bir getiriyor koyuyor önünüze. Tabii siz de bu girift ve leziz görünümlü soruyu reddedemiyorsunuz ve güzel bir fikretme eylemine girişiyorsunuz. Filmden sonra 'psikopat' kavramına da ayrı bir paye verme ihtimaliniz yok değil. Onu da söylemiş olayım.

Bazı yönetmenler iyidir ama yaratıcı yönetmenler bambaşkadır. Özellikle baştaki tiyatro sahnesi inanılmazdı. Tüm filmi sadece o baştaki kısa gösterimde veriyor yönetmen izleyiciye. Ama kimse farkında değil tabii. Film bitince de inanılmaz bir ayma gerçekleşiyor. Sadece bu üretkenlik için bile izlenir şu film.

Hable Con Ella (2002) 7 / 10



Yapım yılı bu aralar olsaydı farklı değerlendireceğim bir film görünümünde Koş Lola Koş. Zira filmin üzerine kurulduğu kaos teoremi, kelebek etkisi gibi mevzular çok işlendi geçtiğimiz 10 yıl içinde. Ama bu film 1998 yapımlı ve hepsinden beri durumda. Hal böyle olunca, gözümüzdeki yeri daha bir saygın, daha bir ilklere yaraşır oluyor :)

Filmi hikayesiyle değerlendirirsek, korkarım katlederiz filmi. Zaten kısa olan süresi tamamen tekrarlarla geçiyor. Aynı başlangıca sahip hikayeyi 3 kere izliyoruz. Eğer filmin ana söylemini yakalamazsanız 200 dakikalık filmlerden çok daha fazla sıkılabilirsiniz şu 80 dakikalık filmde. Ama bir de aralardaki farkları, gelişimleri, etkilere verilen tepkilerin hayatta yarattıklarını gözlemlerseniz tadından yenmez hale geliyor film.


Son zamanlarda izlediğim en tempolu ve kurgusu sağlam yapımdı. Hele bir müzik var ki, filme hayat katan soundtrackler arasında başa güreşir kolaylıkla. Bir an düşmüyor temposu. Hani oturarak izlemek çok zor şu filmi :)


Lola rennt (1998) 7+ / 10



Sanıyorum ki şu filmi izleyip de akıllara Gwoemul (The Host/Yaratık) ve Salinui Chueok (Memories of Murder/Cinayet Günlüğü) ikilisinin gelmemesi çok zor. Belki yanlarına bir iki film daha ekleyebiliriz ama bu iki filmle beraber anılmalı Chugyeogja (The Chaser/Ölümcül Takip). Zira filmimiz, Salinui Chueok ile beraber Kore sinemasında başlayan seri cinayet teması üzerine kurgulanmış. Ve bu temadan ilerlerken Kore sinemasındaki yönetim eleştirisi denince akla ilk gelen film olan Gwoemul'dan da bir şeyler serpiştirmiş kurguya. Hal böyle olunca ortaya, hem seri katil peşinde gezinirken gerildiğimiz hem yer yer gülümsediğimiz hem de başta siyasiler olmak üzere pek çok katmanda bulunan yöneticilere kızdığımız bir hikaye çıkmış.

Oyunculuklar ortalamanın bir hayli üstünde, müzikler oldukça başarılı. Ama aması da var filmin. Nispeten kısa olan süresi, hikayeye fazla gelmiş. Sahne geçişlerinde bariz olmasa da göze batan aksaklıklar yaşanmış. Sonuç olarak güzel olmakla beraber türünün en iyileri arasında yer bulamayacak bir film olmuş.

The Chaser (2008) 6+ / 10



Pakistan, tarihi itibariyle çok kilit bir ülkedir İslam coğrafyası için. İslam'ın belki de ilk farklı kültürlerle teması bu topraklarda olmuştur. Daha sonrasındaki siyasi yelpazesini de göz önünde bulundurunca, bu önem durumu zamanları aşan boyutlara varıyor. Başta batının doğu karakolu görevi gören Hindistan'ın topraklarına dahil olduğu dönemin sona ermesi gibi mevzular, sonrasında da kendi içindeki parçalanışları günümüz İslam siyasi söylemlerinde derin izler bırakmıştır.

Film biraz buralara dokunuyor ama neye dokunacağına tam karar verememiş sanki. Gerçek İslam tanımı yapan uslübu, pek çok İslami değere hadsizce laf uzatıyor. Bunu yaparken, komünizme de vurmaktan geri kalmıyor ama sanki yalandan vuruş bunlar. Hal böyle olunca, söyleyeceği önden belli filmler arasındaki yeri perçinleniyor.

Oyunculuklar bir hayli ortalama. Tabii bu tür bir film özelinden bahsediyorum. Müzikler, genel doğu ezgileri kıvamında. Yer yer Bab'Aziz'i anımsamadım dersem yalan olur :) Ama tabii kalite benzerliği yok.

İzlenebilir ama elde öyle çok bir şey bırakacak bir film değil sonuç olarak. Sevdim diyebilirim.

Matir moina (2002) 4  / 10



Nasıl tanımlıyayım bilemedim bu filmi. Hem acı hem hüzün hem sinir hem kızgınlık hem burukluk gibi pek çok duygu yeşeriyor içinizde. Filmdeki bisiklete yüklenen manayı anlamak için, bisiklete dair bir tecrübeniz olması gerekiyor. Ve de bu tecrübenizin kesinlikle erken-orta çocukluk döneminizde vuku bulmuş olması gerekmekte. Bisikletin inat denen şeyle nasıl da güçlü kavramsal bağları olan, nasıl da yılmamazlığı körükleyen bir şey olduğu imgelemi yoksa zihninizde, oldukça yavan gelecektir bu film.

Dardenne kardeşlerle çok alakam yoktur. Belgesellerle çok yakından alakadar olmama rağmen nedense bir türlü kesişmedi yollarımız. Gerçi Dardenne belgesellerinden izlememişken, belgesellerle çok yakından alakadarım demek ne derece sağlıklı bir şey bilmiyorum :) Bu sebeple haklarında genel yargılara sahip değilim ama dilden dile dolaşan her filmlerinde kullandıkları karşıdan karşıya geçme sahnesi, bu filmde de var. Yakaladım onu :D

Film; kısa olan süresi, az olan karakter sayısıyla birleşince, vermek istediğini sanki bir perde aşağıdan verebilmiş sonuç olarak. Ama vuruculuğu gayet üst perdede bununla beraber. Onun içindir ki, Cannes'ten elleri yine boş dönmedi abiler bu sene. Jüri özel ödülünü bizim Bir Zamanlar Anadolu'yla beraber paylaştılar. Bu ödüle bir şey demiyorum ama sanki Avrupa Film Ödülleri'nden aldıkları en iyi senaryo ödülü biraz abartılı olmuş. Hani Melancholia olmasa adaylar arasında gene bir nebze anlarım da :)

Le gamin au vélo (2011) 6+ / 10



8 Kasım 2011'de tüm bu Maymunlar Gezegeni muhabbetinin ilk filmi olan 1968 tarihli yapımı izlemiştim. O kadar zaman bekletmeme rağmen beklediğim ışığı göremeyince, o ilk filmle başlayan seriyi orada bırakıp diğer serilere devam edeyim dedim.

Gerçi diğer seriler demek yanlış. Zira sadece ilk film seriye dönüşmüş durumda. Bu, yani 2001 yapımlı Tim Burton filmi, ilk filmin remakesi hükmünde. Tamamen aynı hikayeyi farklı bir ele alış. İlk filmde yaşadığım hayal kırıklığından sonra bu film gayet güzle geldi. Tabi bunda beklentimin yüksek olmaması oldukça etkili olmuştur sanıyorum.

Bu filmde en iyi yan, büyük ihtimalle oyunculuklardı. Pek çok oyuncuyu, maymun makyajlarına rağmen ilk göründükleri sahnelerde tanıdım. O derece kazınmışlar aklıma keratalar. Paul Giamatti'yi ayırıyorum. Onu nerede, nasıl olsa tanırım o muhteşem oyunculuğuyla :)

Şimdi sırada James Franco'nun oynadığı, 2011 yapımlı filmde. Acelem yok, bu film soğuduktan sonra izlemeyi düşünüyorum.

Planet of the Apes (2001) 5 / 10



Her şeyden önce, noir film hasretime son veren bir film Drive. Ne desem hakkını ödeyemem sırf bu sebeple. Bu kadar güzel bir şeyle karşılaşacağımı hiç sanmıyordum. Sahne sahne okumamak pek kolay değil yorum yazarken ama şuan değil de bir süre sonra yazmam gerekecek diğer yazılardan dolayı. Gerçekten çok başarılı bir metne sahip film. Sinema tarihine geçmiş pek çok filmle dirsek temasına geçen sahneleriyle insanın aklını alabiliyor. Öyle bir film.

Uzun uzadıya yazacağımdan burada fazla dillendirmeyeceğim ama Ryan Gosling gerçekten aşıyor. 2000'lerin başındaki o parıldayan eleman, yakmaya başladı iyice. Çıplak gözle bakmaya gelmeyecek bundan sonra. 2011 yılı, Ryan'ın yılı oluyor!

Oscar gecesi, gerek oyuncularıyla gerekse de teknik yönleriyle ismini çok duyacağımızı düşünüyorum Drive'nin. Tek kelimeyle, hak ediyor! 2011'in en güzel filmlerinden. Güzel demek doğru mu bilemedim şimdi. Kaliteli diyelim ona biz ;)

Drive (2011) 8+ / 10



Michael Crichton yazdığı roman bir hayli dikkat çekmişti. Okumadım ama okuyanlar tarafından bir hayli de sevilmişti. Bir sinemasever olarak, hele de bilim-kurgu aşığı birisi olarak perdeye uyarlanması ayrı bir güzellik benim için. Ve hele de bu uyarlamayı, bilim-kurgu denilen şeyi geniş kitlelere en çok yayan insan olan Steven Spielberg'in yapmış olması ayrı bir güzellik.

Bizim kuşağın en hit filmlerinden biridir desem kesinlikle doğru demiş olurum bu filme. Zira pek çoğumuzun sinemada izlediği ilk filmdir kendisi. O zamana kadar dinozor denen şeyleri sadece sözel imgelerle tahayyül eden bizler, bu filmle beraber görsel temas da sağlamıştık. Tabi durum bu olunca, efektlerden ve havada uçuşan esprilerden geriye başka bir şeye dikkat etmemiştik. Tekrar ederken fark ettim de, teknoloji olarak gününün ilerisinde olmasından ziyade başka hiçbir artısı yok filmin. Bunu kendime itiraf ederken bir hayli üzülüyorum ama durum budur :)

Müziğine de hayranımdır bu filmin. Onu da belirtmemek olmaz. Keyifli geçecek bir 2 saat için ideal.

Jurassic Park (1993) 5 / 10
Devamını Oku

21 Aralık 2011 Çarşamba

Batman 3: The Dark Knight Rises Fragmanı

Posterin orijinal boyutu için üzerine tıklayınız


Arkadaşlar, blogu genelde bu tip şeylerle doldurmuyorum ama bu sefer mazur görünüz. Zira iflah olmaz bir Christopher Nolan müptelası olarak, gelmiş geçmiş en güzel filmlerden olan The Dark Knight'yi izler izlemez beklemeye koyulmuştum bu filmi. Ve büyük gün geldi. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan teaserinden sonra ilk offical fragmanı bugün yayınlandı filmin.

Fragmanın üzerine konuşmaya gerek yok. İzleyelim ve 2012 yazına kadar gelecek diğer fragman ve türevlerine Deshi, Deshi, Basara, Basara! Deshi, Deshi, Basara! ile eşlik edelim. Buyrunuz;


Devamını Oku

14 Aralık 2011 Çarşamba

Melancholia (2011) - Aciziz, Yalnızız ve de Öleceğiz... Ver Elini Ey Hüzün!

Orijinal boyutlar için resimlerin üstlerine tıklayınız

Herkesin ya çok iyi ya da çok kötü duygular beslediği yönetmenlerden Lars von Trier'in son filmi Melancholia, kadrosu ve kişisel varoluşumu nitelendirdiğim kavramların(!) en nadidelerinden birinin isim sahipliği yapacak olması sebebiyle geçen seneden beri beklediğim filmler arasındaydı. Haliyle çok büyük beklentilerle başladım filme. O kadar zaman bekleyip de daha az beklentiye sahip olmam imkansız gibiydi zaten. Hatta ne kadar iyi bir film çekilmiş olsa bile burun kıvırmam içten değildi. Büyük olasılıkla kendi ellerimle büyüttüğüm beklentimin kurbanı olacaktım, diğer birçok filmdeki gibi. Lakin eleman öyle bir giriş yapıyor ki filme, orada kilitli kalıyorsunuz daha film başlar başlamaz. Bütün o bekleyişin heba olmadığına dair ilk emareler bile gelmeden onay veriyorsunuz, 'boşuna beklememişsin' replikleriyle tatmin olmaya çalışan beklenti merkezinizin durum raporlarına.

Uzun zamandır denk gelmediğim mükemmel açılışlardan biriyle başlıyor film. Aynı kalitede kozmik görseller, aynı ahenkte klasik müziğin kullanımı vs ile ikinci bir The Tree of Life vak'asıyla karşı karşıya olduğunuzu sanıyorsunuz ilkin. Gerçi daha sonra olay tamamen farklı gelişiyor ama The Tree of Life'yi izlemiş olanların, içlerinden böyle bir şey geçirmeleri çok olağan. Filmin diğer tüm sahnelerini izlerken, artık bu girişteki resimleri görmüş biri olduğunuzun farkında olmaya zorluyorsunuz kendinizi! Vurgulamakta fayda var; bu her zaman böyle değildir!

Sayın okur, eğer spoilere bulaşmak istemiyorsan bundan sonra dikkatli ol. Ama benim tavsiyem, bu filmde spoilere fazla takılma. Zaten fazla ve habersiz verecek değilim. Ve de feci halde önemsiz durumda, spoiler denen şey bu film özelinde. Bak benim gibi spoiler almaktan fazla spoiler vermeye korkan biri bile spoilerli yazıyor, daha ne diyeyim :)


Karışıklık olmasın diye belirtelim. Filmin iki girişi var. Biri genel açılış sahnesi. Bunu yukarıda söyledim. Diğeri de düğün törenlerine gitmeye çalışan gelin-damat adayının, kiraladıkları(!) limuzinle kavisli ve dar bir yoldan dönmeye çalıştıkları sahne. İkisi de birbirinden güzel ve önemli sahneler. Hemen yukarıda da gördüğünüz üzere, o limuzin o yola göre değil. O yol için üretilmemiş araç. Oradan o limuzinle geçmek istersen ya limuzini gözden çıkaracaksın ya da geç kalmayı göze alacaksın. Hasılı zarara uğramadan oradan geçmen imkansız. Limuzinin kiralanmış olması da bir hayli manidar. Dikkatlere sunayım fazla açmadan; hayatlarımızı devam ettiren belki de en önemli şey olan nefesi bile bilinçli alamayan bir canlı çeşidiyiz. Neyimiz var ki..!

Burada, hemen bir şeyler canlanıyor zihinlerde (belki de canlanmalı!). Dünyanın şuan ki durumuyla ilgili, başta kendi tespitleriniz olmak üzere, birçok uyumsuzluk temelli algılar manzumesi diyebiliriz genel olarak bu canlanması gereken şeylere. Teknolojiye gereksiz olduğu dolaylarından yapılan eleştirilerden tutun, teknolojinin insan doğasını bozucu olduğuna dair inançlara kadar pek çok okuma yapılabilir. Bununla beraber; modern insanın (ne çok kullanılır oldu değil mi bu söz son zamanlarda!), sahip olduğu tüm nimetlere rağmen içine sıkıştığı ruhi darlıklar ve de kafanıza göre uydurabileceğiniz tüm sıkışmışlıklara kadar her şeyin resmi var diyebiliriz bu sahnede.

Daha dakika 1, gol 111111 muhabbeti dönerken zihninizde, filmin ismiyle müsemma bir karakter arz-ı endam eylemeye başlıyor ortalıkta. Ve bu bahsedilen sıkışmışlığı ruhunun tamamıyla özümsemiş her insandan beklenecek türdeki davranışların hepsini görüyoruz bu abladan, anbean (sekansbesekans :p). Karakterimizin adı Justine. Aslında bana çağrıştırdıklarıyla upuzun bir analiz hak ediyor kendisi. Trier -bu karakter özelinde- nerelerden esinlenmiştir, nerelere atıfta bulunmuştur tam olarak bilmemekle birlikte, benim algı dünyamda iki yazarın ve bu yazarların eserlerinin güzel bir harmanlaması olarak tezahür etti. İlgili eserleri keşke bu filmden kısa bir süre önce okumuş olsaydım da çağrışımlar daha güçlü olsaydı.


Bunlardan ilki Lawrence Durrell. Yazarın İskenderiye Dörtlüsü serisinin hem ilk cildine ismini veren hem de genel hikayenin başkahramanlarından olan Justine'yi hatırlamamak imkansız gibi, filmdeki Justine'yi izlerken. Kitaptaki Justine'nin psikolojik sıkıntılarının benzerlerini filmdeki Justine'de de görüyoruz. Lawrence Durrell'in, karakterine, kendi ruhunu içinde bulunduğu buhrandan kurtarmak için arzularına boyun eğdirişi gibi, Trier de kendi karakterine otokontrolden geçemeyecek hareketler yaptırıyor. Mesela düğün gecesi hiç tanımadığı birisiyle birlikte olabiliyor. Kitapta geçen "Sanki cennet yeryüzüne inmiş de ben ikisinin arasında kalmışım, bir iğne deliğinden soluk almaya çalışıyorum" gibi tamamen arada kalmışlık ve soluksuz kalmaktan beter sıkılmışlık öğelerinin hepsi mevcut filmdeki Justine'de de. Yine Durrell'in kitabında geçirdiği "Bir kentte sevdiğiniz biri yaşadığı zaman, orası dünya olur" ifadesi de tam manasıyla filmde sonu yaklaşan dünyayı tınlamayan, hatta ölümden korkan ablasına kızan(!) Justine'nin halet-i ruhiyesini betimliyor.

İkinci isimse tabi ki Marquis de Sade. Sadizmin kurucusu olan bu abimizin meşhur Justine'si de filmdeki Justine'yi var eden noktalardan biri gibi geldi bendenize. Hatta Sade'nin Justine isminde eseri veya yazdığı karakteri olmasaydı bile temellerini attığı sadizm dolayısıyla illa anımsanırdı, bu karakterden sonra. Zira filmde, melankoliden muzdarip olan Justine, Sade'nin Justine'sinin yaşadıklarından sonraki haline çok uygun. Hayattan yediği seri ve de şiddetli tekme tokatlardan sonra tüm dünyaya küsmüş, ağzının tadı kalmamış, gam denilen şey evinden fersahlarca ıraksamış; bunun sonucunda da sadizmle karışık bir melankoli kazanmış. Sanki Sade'nin bıraktığı yerden Trier devam etmiş karaktere. Filmde birçok sahne, buna ispat olarak gösterilebilir. Örneğin filmdeki Justine, düğün töreninin yapılacağı -ablası, eniştesi ve kendisinin yaşadığı malikanedeki- salona geç gelmesine rağmen, daha da geç kalmayı göze alıyor, daha açık ifade edersek, uzunca süre beklettiği konukları daha da bekletmeyi göze alıyor ve gidip çok sevdiği atına bir öpücük konduruyor. Ve bu kadar çok sevdiği, görmeden evlenemediği atını sırf söylediği basit bir şeyi yapmadığı için dövebiliyor. Masum bir melankoliden çok daha fazlası olunca insanın içine kurt düşmüyor değil tabii :)

Trier bütün bunların ışığında filmdeki karakter örgüsünü, Lawrence Durrell'in Justine'sini Sade'nin genel fikriyatıyla birleştirip üstüne bir de yine Sade'nin Erdemin Felaketleri eserindeki kardeş zıtlığını taçlandırmasıyla oluşturmuş gibi gözüküyor. Zira filmin ikinci bölümünün üzerine kurulduğu Claire karakteri, tam manasıyla Justine zıtlığıyla resmediliyor film boyunca. Claier'e girmeyeceğim ama tam manasıyla Justine'nin zıttı demiş olayım. İlk yarı boyunca başımızın üstünde taşımak için birbirimizle kıyasıya mücadele edeceğimiz Claire, ikinci yani kendine özel bölümde, Niagara Şelalesi'nde sırası gelen su zerrelerini bile yaya bırakacak kadar hızlı düşüyor gözümüzden. Kısacası, bakınız Erdemin Felaketleri'ndeki Justine ve ablası zıtlığı.

Bu genel girişten sonra yapmanız gereken tek şey, havada uçuşan bu tip atıf ve metaforları yakalamak. Filmden haz alıp almamanız arasındaki ince çizgi tamamen burada yatıyor sanırım. O metaforlardan birazını ıskalarsanız çok renksiz bir film diye etiketlememeniz pek de mümkün gözükmüyor bu yapımı.

Burada inceleme yapmayacağım ama filmin girişindeki uyumsuzluklar güzellemesi her şeyi en başından sunuyor zaten izleyiciye. Bunun daha, insanın ölüm karşısında takınması gereken müthiş aldırmamazlık prensibi var. Bu prensibin olmazsa olmazı olan aidiyet duygusunun tatmini var. Bu tatmine sahip olabilmek için içine girilebilecek bir çatı ihtiyacı var. Ve en sonunda tüm bu zincir halkalarının oluşturduğu din kavramı var! Sonra, başta tabi ki Millais'e (ki filmin afişi bu abimizin Ophelia eseridir, esinlenme değil sanırım bu durum :)), Caravaggio'ya (Judith'in Asur Kralı Holofernes'in başını kestiği tablosu, filmdeki düğün töreninin gelişimine çok büyük paralellikler gösteriyor) ve daha benim atlamış olma ihtimalim olan birçok sanatçıya yapılan atıflar var. Modernizmin kapitalizmi körüklemesine inat saf sanatçılık duyguları kabaran karakter davranışlarıyla bu tür atıfların bini bir para filmde. Ölüm var, din var, acizliklerin insan zihninde yarattığı buglar var. Çok var sayın izleyici. Sanıyorum ki say say bitmez. Bir daha izleyeceğim büyük olasılıkla. Bakalım yakalanan şeylerdeki nicelik farkı ne olacak, nitelikten ziyade :)


Oyuncu seçimlerinde de büyük incelikler yattığını düşünüyorum. Karakterleri canlandırması için seçilen oyuncular, filmin diline müthiş uymuş. Hatta sanıyorum ki, film için yazılan karakterleri kimlerin canlandıracağını baştan düşünmüş Lars von Trier ve öyle yazmaya başlamış bu karakterleri. Kiefer Sutherland'ın 24 dizisindeki canlandırdığı Jack Bauer karakterini bilmeyen yoktur sanıyorum. Jack Bauer ki, tüm imkansızları mümkün, tüm yokları var kılan süper bir kahraman. Belki de süper kahraman :) Tek başına 47 nükleer saldırıyı defedip Amerikan Başkanı'na yapılan 392 süper kurgulanmış suikastı engellemek, kendisi için yolda yürümekten farksız bir ajan. Şuan halihazırda dizinin 4. sezonunu izlediğimden, Nasa'yla bilmem neyle protokollere girip vakit kaybetmemek adına, uzaya zıplayarak çıkması gibi şeylerle cvsini zenginleştirmiş olma ihtimallerini görmezden geliyorum :) İşte böyle bir karakterdir Jack Bauer.

Kiefer Sutherland'ın filmde canlandırdığı karakter ise tam anlamıyla bir korkak. Sorumluluklarına lümpence sahip çıkıp kaptanı olduğu gemi batmaya başladığında ilk kaçanlardan biri. Jack Bauer karakteriyle bütünleşmiş bir oyuncunun, bu filmdeki 'J'ohn karakterini canlandırması inanılmaz bir atıf gerçekten de. Tabii bunun altındaki başta Hollywood ve Amerikan rüyalarının masalımsı yalancılıklarının teşhirini yakalamak çok da zor değil.

Uzatmak istemiyorum. Tamamen kişisel bir yazı olsun istedim. 'İyi bir film ayakkabının içinde kalmış bir taşa benzer' lafını etmiş bir yönetmenden, lafıyla müsemma bir filmi izleyip de tanıklık etmemek olmazdı. Kişisel sorumluluğumu yerine getirmenin mutluluğuyla sevmese bile izlemesini öneririm herkese Melancholia'yı. Ve çok büyük ihtimalle bazılarımız sevmeyecek. Ama bir daha vurgulamakta fayda görüyorum, izlenmeli!


Ve en son olarak da filmin finaline gerektiği gibi saygılarımı sunayım. Karakterlerin nasıl kişiliklere sahip olduklarını çok sarih bir şekilde bir daha anlatan o 2-3 dakika, izlediğim en iyi finallerdendi. Melankolisinin doruklarında gezinirken eve bile dönemeyen, önüne konan yemeği bile yiyemeyen, kaldırılmasa uykusundan bile uyanamayan o Justine, finalde 10 kaplan gücüne ulaşıyor. Yukarıda da hatırlattığım üzere, gözümüze sokulan tablolardan Ophelia'nın hüznü ve Judith'in cesareti voltranı oluşturuyorlar sanki. Kardeşinin tüm eksikliklerini kapatan, o güçlü abla profili çizen Claire ise artık kaçınılmaz felaketin son rötuşlarını, hızıyla tüm varlığın gözüne gözüne sokan metaforik gezegenimizin gelişine hala kahroluyor. Eriştiği sonu kabullenemiyor. Hatta kaçınılmaz sonun berraklığıyla o an için varlık aleminde en yakını olan kardeşinin ve oğlunun ellerini, rahatça ağlamayı seçerek bırakıyor. Felaketi, Justine'nin sırtını gezegene dönerek beklemesiyle ablasının tüm bu gereksiz çırpınışlarını aynı potada gören gözler için büyük dersler var sanki, bu finalde :)
Devamını Oku

12 Aralık 2011 Pazartesi

01-10 Aralık 2011 Film Yorumları

Uzun zamandır bu kadar az film izlediğim bir süre olmamıştı. Son 9 gündür hiç film izlemedim. Kasım'ın sonundaki bu verimsizliği Aralık'ın başıyla kapamayı düşünüyordum ama olmadı. En azından nicelik olarak. Ama 1-10 Aralık arasında izlediğim filmler, nitelik olarak bayağı uzun bir süreyi telafi etti diyebilirim. Neredeyse hepsini önerebilirim. Uzun zamandır vermediğim puanlar havalarda uçuştu sayın okuyucu :)

İçlerinden ayrı yazıyı hak eden birçok film olmasına rağmen sadece Melancholia filmine yazabildim. İzlemenizi ayrıca tavsiye ederim. Yazısı için filmin ismine tıklayınız.

- Melancholia


İsmini 11 Eylül'de hedefine ulaşamadan düşen kaçırılmış tek uçak olan United 93'ten alan bir film izlemeye kalkışsanız, ne beklerdiniz bu filmden? Hele de filmi yapanlar -görece- Amerikansa? Evet, ben de tam olarak bir propaganda filmi izleyeceğimi düşünmüştüm. Senaryosuyla ve araya serpiştirdikleri klasik oryantalist tonlar taşıyan -kendilerince- vurucu replikleriyle, öncelikle kendi insanları olmak üzere tüm dünyaya yeniden Amerikan propagandası yapan bir film bekliyordum. Sanırım The Bourne serisini çeken Paul Greengrass'i yeteri kadar göz önünde bulundurmamışım. Zira film propagandadan ziyade tam bir görüntüleme filmi olmuş. Senaryosuz, belgesele yakın filmlerden birini çekmeyi tercih etmiş aynı zamanda filmin senaristi de olan yönetmen.

Böyle olunca, senaryodan bahsetmek manasız bir hal alıyor. Valla garip oldum, tam olarak neyi nasıl değerlendireceğime karar veremez haldeyim şuan :) Görüntüler, resim açıları gibi teknik mevzular mükemmele oldukça yakın. Birisi çıkıp mükemmel dese, karşı çıkamam diyelim hadi :) Bununla beraber dediği bir şey yok. Hani utanmadan Amerikan propagandası yapsaydı bile daha hora geçerdi. Şu haliyle 11 Eylül belgesellerinden hiçbir farkı yok.

Oyunculardan da bahsetmek imkansız. Çünkü filmdeki başrol oyuncularda değil de 11 Eylül'de. Bununla beraber kurgusu gayet başarılı. Başlarda Amerika yerel saatleri arasındaki zaman farkından kaynaklandığını düşünseniz de tamamen gerçek zamanlı ilerleyen sekanslar, her daim tetikte tutuyor izleyiciyi.

Temiz bir film olur kendileri, diyerek ve hemen ardına çok güzel çekildiğini de ekleyerek puanımıza geçelim;

United 93 (2006) 6+ / 10



Bir Al Capone tarihi filmi. Muhteşem kadrosuyla göz dolduruyor. Hepsi birbirinden müthiş oynamış. Tabii içlerinden sıyrılanlar yok değil. Özellikle Robert De Niro, bambaşka oynamış. Bir opera sahnesi var ki, gülüyor mu ağlıyor mu belli değil. Sanırım uzun yıllar çıkmaz aklından o yüz şekli. Sean Connery ve Kevin Costner de bir hayli iyiydiler. Andy Garcia'nın gençlik halleri her zaman sevimli gelmiştir. Bu filmde de temiz yüzüyle dolanıyor etrafta genç polis rolünde.

Efendim, film üst düzey adayı bir film olmakla beraber vasatı kolaylıkla aşan bir film. Anlattığın dönem itibariyle 3 saatin altında film yokken, 2 saatlik film çekersen olacağı bu. Birçok mevzu üstün körü geçilmiş. Ama zaten diğer türdeşleri gibi ağır dram yerine suç filmi olmayı seçmiş gibi gözüktü bana. Araya serpiştirilen komedi de tadı tuzu olmuş.

Sadece Ennio Morricone'nin o karakteristik ritimleri için bile izlenir bu film ;) Bebek sahnesinin de katkılarıyla yukarı tamamlayaraktan;

The Untouchables (1987) 7 / 10



Filmin iki yönü var benim içim. İlki, izlediğim Türk filmleri arasında kesinlikle en iyilerden biri olması. Biraz zorlayıp liste yapsam ilk 20'ye kesin, ilk 10'a da büyük ihtimalle girer. İkinci bir yönü ise bir ilk film olması. Özcan Alper'in ilk uzun metraj filmi Sonbahar. İlk filmlere karşı olan engin hoşgörümü kullanmak bir kenara, sevmemeye çalışmama rağmen büyüledi pek çok yerde. Gerçekten helal olsun elemana, çok iyiydi. İzlemeyen varsa hemen bakınsın derim.

Film siyasi bir söyleme sahip gibi başlıyor. Tam 'yandık, kısır tartışmalar geliyor' derken hiç alakası olmayan, büsbüyük bir siyasi söyleme dönüşüyor girişteki o üslup. Sadece insanı, insanın kalan/kalmayan zamanına dair pişmanlıklarıyla karışık dik duruşunu, geç kalınmışlığı, geç bıraktırılmışlığı... pek çok okumaya açık bu büyük siyasi söylem.

Doğu Karadeniz'in müthiş doğasıyla bütünleşen müziklerle tam izlenesi bir film olmuş. Şu filmi ne bileyim bir Çağan Irmak çekse ağlamayan insan kalmazdı ama şu haliyle ağlatmıyor da. İnsanı kasım kasım kasıyor ve genizinize geçmesi zor bir yumru hediye ediyor.

Finaldeki Da İm Yusuf Orti ağıdı resmen başkaydı. Sadece onu dinlemek için izlemeli. Öf Özcan naptın hacı ya!

Sonbahar (2008) 7+ / 10



Söylemeye gerek var mı acaba, bu filmin ne kadar ünlü, ne kadar sinema tarihi açısından önemli, ne kadar yüce boyutların filmi olduğunu? Sanıyorum yok. İşte tam da bu sebeple kendimi sakladığım filmlerdendi. Olur da filmi anlayamam, olur da derinliklerinde kaybolurum korkusuyla oldukça beklettim. Keşke yapmayaydım. Zira diğer tüm şaheserler gibi bu da tek izlemeyle anlaşılmayacak türdenmiş. Bu anlamamak öyle bir anlamamak ki, kapısı anlamakla açılıyor. Filmi ne kadar anlarsanız o kadar anlamadığınızı düşünüyorsunuz.

Neyse efendim, süper bir film. Haz delisi oldum izlerken. Hakkında hiçbir şey bilmediğimden, her şey sürprizdi ve tüm senaryo gelişimi havai fişek gibi patladı zihnimde. Aynı karakterin bazen oldukça faşist, bazen oldukça komünist, bazen de psikopata bağlayan halleri alkış hak eder cinstendi. Yine aynı karakterin çocukluğa duyduğu özlemi, tüm dominantlığının gerekçesi haline bu kadar başarılı getirmek de alkışın şiddetini artırmayı kolaylıkla sağlayan cinstendi.

Bir daha kesin izleyeceğim. O zamana kadar 'rosebudddd, rosebudddddd' diye sayıklarım herhalde :) Orson Welles'in hayatının sonlarına doğru hallerini az da olsa bilenler için inanılmaz bir deneyim. Onu da demiş olayım :)

Citizen Kane (1941) 9+ / 10



Western türüyle yakından ilgili olmayan izleyiciler için eşsiz güzellikte bir western filmi. Aynı yıl filmi olan The Wild Bunch kesinlikle çok daha oturaklı bundan ama aralarında zaten sıklet farkı var. O sebeple karşılaştırmayalım biz yine de. Butch Cassidy and the Sundance Kid çok daha komedi, belki sadece bir komik western.

İçinde modernizme uyum sorunlarını da görebileceğimiz farklı karakterlerin güzel bir hikayesi olmuş bu haliyle. Bir kadın iki adam formülünü çok derinden işlemişler ama dokunuyor yine de bea insana :)

Robert Redfort ve Paul Newman'ın bu izlediğim ikinci ortak filmleri. Diğeri olan The Sting'i de izlemiş olmak, bu filmden alınan hazzı artırdı sanırım. Feci halde uyuşuyor bu iki eleman. Hele Robert abinin bu safla karışık cahil sarışın tiplemesi süper. Hele de o suratla bunu başarıyor ya, daha ne diyim abi sana :)

Akıllardan çıkmayacak 2-3 sahnesi ve kamera kullanımı sebebiyle üste tamamlayarak;

Butch Cassidy and the Sundance Kid (1969) 7 / 10



Uzakdoğu sineması deyince akla karate filmleri gelir genelde. Bunların da yaygın ismi 'vurdulu kırdılı filmler'dir. İşte bu film, her içinde vurdu kırdı olan filmin sadece vurdulu kırdılı film olmayacağının zihinlere kazınan dersi hükmünde!

Dövüş koreograflarındaki incelikler bir kenara, inanılmaz bir hayat filmi Wo hu cang long (Crouching Tiger, Hidden Dragon). Ve verdiği hayat dersini, repliklerle-kurguyla muhteşemce gözler önüne seriyor. Her replik ve her hikaye gelişimi ince ince işlenmiş sanki. Şu filmi izleyip de repliklere vurulmayan insan olmasın lütfen. Gerçekten muazzam.

Gücün erdem gereksinimi mi yoksa erdemin güç gereksinimi mi diyebileceğim etkili bir söylem var filmin en tepesinde. Belki, karşıt tarafları düşünürsek bunların ikisi de geçerlidir. Erdem denen şeyin sonsuzluğa erdiren, sonsuzluğu ufaltan, sonsuzluğu sevimli kılan kudreti; her şeyden önce modern insana lazımken hikayenin tam da modern zamanlar başlangıcında geçmesi, sanırım 12 dolaylarından bir konumda hedef tahtasında.

Üzerine çok daha uzun şeyler söylenesi bir film gerçekten. Son zamanlarda izlediğim en dolu film. Tabi benim için daha önemlisi, uzun zamandır kendimden bir şey bulduğum tek film olması. Allah sayılarını artırsın :)

Ve son olarak müziklerini anayım. Onlar nasıl müziklerdir, nasıl iç yolculuk tınılarıdır, nasıl hikayeye destektir! Çok etkiliydi müzikleri. Hem de her notası. 'Güzel kız havalı kız' parçası da ayrı hoştu :)

Crouching Tiger, Hidden Dragon (2000) 9 / 10



Charles Chaplin'i anlatma güdüklüğüne düşmeyeceğim ama şu filmini izlememişseniz söylenecek çok az şey var. Keşke her eğitim-öğretim yılına bu filmle başlatılsa öğrenciler. Keşke tüm öğretmenler şu filmi gerçekten anlamadan diploma alamasalar...

Filmi eleştirmek pek mümkün değil. Zira Hitler özelinde tüm faşist unsurlarla ölümüne dalga geçilmiş bu filmin çekilmeye başlandığı tarih 1937 sonları. Bildiğiniz üzere 2. Dünya Savaşı 1939'da başlıyor! Daha da bir şey denmez sanırım. Sanatçı nedir, kimdir sorusunun birinci ağızdan cevabıdır efendim bu film. İZLENMELİ!

Balon dünyayla dans, klasik müzikle tıraş, Hitler ve Mussolini tarzı selamlaşmaların temsili gibi pek çok mükemmel sahnenin yanında, filmdeki ikiz olan karakterlerin filmin başındaki ve sonundaki tamamen zıt konuşmaları gibi insanı terk-i diyar eyletecek sahneler de var bu güzel filmde. İşi gücü bırakınız, lütfen izleyiniz. Öylesine bir filmdir kendisi.

Puanlamalarda çok titiz davranan birisi olarak bazı filmlerde titizlenmeyi haram sayarım. Onlardan biridir The Great Dictator. Dinince dinlen ey koca usta!

The Great Dictator (1940) 10 / 10



Ne zamandır şöyle tam çerezlik bir film izlemiyordum. Sahne kaçırma gibi dertler olmadan film izlemenin ne kadar zevksiz bir şey olduğunu unutmuşum gerçekten :)

Adam Sandler, son 10 yılın açık ara en iyi komedyenlerinden biri. Ama bundan 4-5 yıl önce giriştiği dram yönü ağırlıkta olan komedileri bırakması ya da ara vermesi pek iyi olmamış. Zira bir komedyenin en iyi yaptığı şey her zaman dramdır. Ve o kanalı kendi elleriyle kesmesi yakışmamış bu filmde.

Jennifer Aniston'ı görmekten neden bu kadar sıkıldığımı kendime anlatamamakla birlikte Nicole Kidman'ı az da olsa görmek güzeldi. Oyunculuğu tartışılmaz bir aktris. Keşke başrolünde oynayacağı filmleri iyi seçse...

Vakit geçirmek için ideal bir film.

Just Go with It (2011) 4 / 10
Devamını Oku

3 Aralık 2011 Cumartesi

En İyi 100 Türk Filmi - Bir Garip Liste!


Eylül ayının başında En İyi 100 Türk Filmi'ni seçmek üzere kurulmuş bir siteye denk gelmiştim. 'Sinema' dergisinin organize ettiği bir anketti bu ve Türk sinemasında eksikliğini buram buram hissettiğimiz konulardan biri olan film listeleri mevzusuna dikkat çekeceği için önemsemiştim. Öncelikle sinema tarihçilerinden Agah Özgüç danışmanlığında 350 filmlik genel bir havuz oluşturulmuştu ve bizlerin burada oylama yapmamızı istiyorlardı.

Tabii heyecanla girdim 350 filmi göreceğim listeye. Bir de ne göreyim. Yok yok hala inanmıyordum gördüğüme ama sonradan birkaç kişiye daha baktırdım ve hazin gerçekle yüzleşmek zorunda kaldım. Gördüğüm film, Recep İvedik'ti. Evet, En İyi 100 Türk Filmi sloganıyla yola çıkmış bir organizasyonsunuz ve o 100 filme aday olan filmlerden biri de de Recep İvedik! Tabii o an soğudum anketten ve bir daha haberim olmadı listeden. Gerçi yine de olmazdı ama son bir merakla sonuçlar açıklanınca bakma ihtiyacı hissettim. Acaba 100 filmden biri de Recep İvedik olacak mıydı!? Olursa, bu durumu nasıl okumalıydı!? Gerçekten 'en iyi' filmlerden biri olduğunu düşündükleri için mi yoksa En İyi 100 Türk filmine aday gösteren insanlarla dalga geçmek için mi seçmiş olurlardı Recep İvedik'i!?

Neyse efendim bu düşüncelerle 100 filme bakmaya başladım. Hem de aşağıdan yukarı! Zira seçilmiş olsa seçilme amacının bu dalga geçmeli şık olması çok büyük ihtimaldi ve bu durumda da en iyi ihtimalle aşağılarda bir yerde olurdu. Yavaş yavaş bakmaya başladım. 90'a geldiğimde hala yoktu. Sonra azmettim ve biraz daha bakmaya devam ettim. Evet evet 80'e geldiğimde hala yoktu. Artık içimde biraz biraz neşe tomurcukları açılmaya başlamıştı. Nasılsa 80'e kadar karşılaşmamışsam, bundan sonra karşılaşma oranım çok düşüktü. Bu neşeyle bakmaya devam ettim. 70-60 derken hala ortalıklarda yoktu Recep İvedik. Listeye kaybettiğim güven geri mi geliyordu ne?

Tam bu esnada, sayfanın yukarısına doğru cesaretle karışık bir rahatlıkla bakan gözlerimin, kalbime enterasan diye tanımlayabileceğim sinyaller yolladığını fark ettim. Türk Sineması'nın en iyi 100 filminden biri olarak seçilmişti Recep İvedik. Hem de Hokkabaz ve Yaşamın Kıyısında gibi filmleri sollayarak. Hem de Pardon gibi bir filmin daha ilk 350'ye giremediği bir listede! Pardon mevzusuna daha derinden girmedim bilerek. Zira Recep İvedik'in 54. sırada olmasının mı daha garip, Pardon'un ilk 350'de bile olmamasının mı daha garip olduğunu düşünürken birkaç defa error verdi beynim. Daha da düşmeyeyim dedim üstüne.

Derginin yayın yönetmeni Senem İşmen, Sabah Gazetesi'ne verdiği röportajda 'Oylamada modern Türk sineması, eski filmlere göre biraz daha baskın görünüyor. Oy verenlerin yaşları daha genç olduğu için eski filmleri bilmiyorlar.' gibi bir şey söylemiş. Kendi adıma söyleyeyim. Ben seçenlere bir şey demiyorum. Hatta olasılık seviyesini bilmesem de dalga geçme amacıyla seçildiğini bile düşünüyorum bazı filmlerin.

Gördüğünüz üzere hiçbir şeye değinmedim. Ne Şener Şen'e ne Yavuz Turgul'a ne Nuri Bilge Ceylan'a ne de x, y, z, ....., t'ye. Neyse, bu konu üzerine yazdım ya, hem de daha yazmak için kendime söz verdiğim filmler dururken...

Hadi filmleri de ekleyelim adetten :)

1- Eşkıya (1996)
2- Selvi Boylum Al Yazmalım (1977)
3- Hababam Sınıfı (1975)
4- Babam ve Oğlum (2005)
5- Züğürt Ağa (1985)
6- Masumiyet (1997)
7- Ağır Roman (1997)
8- Muhsin Bey (1986)
9- Yol (1981)
10- Neşeli Günler (1978)
11- Tosun Paşa (1976)
12- Uçurtmayı Vurmasınlar (1989)
13- Vizontele (2000)
14- Issız Adam (2008)
15- G.O.R.A (2003)
16- Süt Kardeşler (1976)
17- Kibar Feyzo (1978)
18- Nefes: Vatan Sağolsun (2009)
19- Çiçek Abbas (1982)
20- Gemide (1998)
21- Kader (2006)
22- Kaybedenler Kulübü (2011)
23- Her şey Çok Güzel Olacak (1998)
24- Canım Kardeşim (1973)
25- Uzak (2002)
26- Av Mevsimi (2010)
27- Gönül Yarası (2005)
28- Anayurt Oteli (1987)
29- Vavien (2009)
30- Üç Maymun (2008)
31- Sevmek Zamanı (1965)
32- Arabesk (1988)
33- Sürü (1978)
34- Mustafa Hakkında Her Şey (2004)
35- Kapıcılar Kralı (1976)
36- Umut (1970)
37- Tabutta Rövaşata (1996)
38- Başka Dilde Aşk (2009)
39- Sonbahar (2008)
40- Tatar Ramazan (1990)
41- Bizim Aile (1975)
42- Karpuz Kapuğundan Gemiler Yapmak (2002)
43- Susuz Yaz (1963)
44- Gülen gözler (1977)
45- Güneşi Gördüm (2009)
46- Şekerpare (1983)
47- Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? (2005)
48- Beynelmilel (2006)
49- Kosmos (2010)
50- Bal (2010)
51- Ah Nerede (1975)
52- Dila Hanım (1977)
53- Sultan (1978)
54- ************************************** (2008)
55- Takva (2005)
56- Vesikalı Yarim (1968)
57- Yazı Tura (2003)
58- Yılanların Öcü (1962)
59- Anlat İstanbul (2005)
60- Hokkabaz (2006)
61- Neredesin Firuze (2003)
62- Mavi Boncuk (1974)
63- Kurtlar Vadisi Irak (2005)
64- Yaşamın Kıyısında (2007)
65- Aaahh Belinda (1986)
66- Namuslu (1984)
67- Ah Güzel İstanbul (1966)
68- Otobüs (1974)
69- İstanbul Kanatlarımın Altında (1996)
70- Çoğunluk (2010)
71- Zübük (1980)
72- Hayat Var (2008)
73- Dönüş (1972)
74- Korkuyorum Anne (2004)
75- Selamsız Bandosu (1987)
76- Beş Vakit (2006)
77- Dondurmam Gaymak (2005)
78- İklimler (2006)
79- Teyzem (1986)
80- Piano Piano Bacaksız (1991)
81- Yumurta (2007)
82- Fikrimin İnce Gülü-Sarı Mercedes (1992)
83- Arkadaş (1974)
84- Turist Ömer (1964)
85- Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (2000)
86- Gurbet Kuşları (1964)
87- Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990)
88- Yazgı (2001)
89- İki Dil Bir Bavul (2008)
90- Gelin (1973)
91- Adı Vasfiye (1985)
92- Salkım Hanım'ın Taneleri (1999)
93- Bereketli Topraklar Üzerinde (1979)
94- Mayıs Sıkıntısı (1999)
95- Dünyayı Kurtaran Adam (1982)
96- Acı Hayat (1962)
97- Berlin in Berlin (1993)
98- Düttürü Dünya (1988)
99- Dokuz (2002)
100- Hamam (1996)

*: Böylelikle içimdeki baskıcı-faşist-hunhar ve de sansürcü zihniyeti de gördünüz :oleyo:
Evet buyum ben, böhhhhh.
Devamını Oku

1 Aralık 2011 Perşembe

21-30 Kasım 2011 Filmleri

Hem evle ilgili tadilat hem bir dergi için yazdığım yazının devamlı güncellenmesi gerekliliği hem de okula gidip gelmelerim sebebiyle bu güzel Kasım'ın son 10 günü çok kısır geçti film izleme açısından. Normalde bu başlık formatına geçtiğimden beri -ortalama olarak- 10 film izlemiş olurdum, 10 günlük periyotlarda. Şimdi başlığı yazarken ciddi manada bir boşluk hissettim sayfada. Zira toplam izlediğim film sayısı 3'te kalmış durumda (: Ve bu 3 filmden tekine ayrı yazı yazmayı planlıyorum ilk müsait zamanımda. Dolayısıyla 2 tane ufak yorum oldu bu sefer. Aralık'ın başındaki periyotta, bu açığı kapatmayı umaraktan yorumlarımıza geçelim (:


-In the Mood for Love (2000) (daha sonra müstakil yazı gelecek, en azından öyle umuyorum (: )





Geçmiş yıllarda orasından burasından izlediğim filmlerdendi The Conversation. Meğerse hiçbir şey anlamamışım. Övmeye kelimelerin yetmeyeceği yönetmenlerden Francis Ford Coppola'nın en iyi filmlerinden biriymiş halbuki. Geç kalmışız vesselam.

Bu filmi saklamalı, 'film nasıl çekilir' gibi derslerde baş uçta durmalı vs vs. Karakter analizinden tutun paranoyaya, suçluluk duygusundan tutun sürprizlere kadar ne ararsanız var bu filmde. Hele bir kamera kullanımı var ki, filme resmen başka boyut kazandırmış. Aynı kamera kullanımı başka bir filmde olsa belki de gereksiz diye eleştirilecekken, dinleme işiyle uğraşan bir karakterin kadraj manyağı hale getirilmesi inanılmaz olmuş.

Film garip. Hem dramın en ağırı var hem de hüznün en anlaşılmaz hali. Bunları da Coppola amcanın müthiş replikleriyle bütünleşmiş süper kurgusuyla izlememek gerçekten ayıp, söylemesi benden (: Gene Hackman döktürüyor yine. Zaten ne zaman 'vasat' oynadı ki!

The Conversation (1974) 8 / 10



Ortaokul yıllarımda çıkan kitaplarının, hiç sevmediğim 'ukela' kızların elinden düşmemesi sebebiyle yıllarca hunharca duygular beslediğim bu serinin son filmi de böylelikle izlenmiş oldu bu gözler tarafından. Seriyle ilgili genel kanaatim, ortada bir yerlerde. Ne öyle üzerine methiyeler düzülecek ne de yıllarca uzak kalmamı sağlamış 'aman Harry Potter mı uzak kalsın' repliklerini sarf ettirecek bir seri değil bu. Dolayısıyla izlenmezse bir şey kaybedilmeyip izlendiğinde de bir şey kazanılmayacağı bir seri.

Son iki filmde her şeyiyle açık seçik belli olan karanlık, seriyle ilgili fikirlerimi illa biraz yukarı çekmiştir. Zira gerçekten çocuk filmi söylemlerini silen bir algı yarattı, bu karanlık atmosfer. Keşke ilk filmden beri yapılsaydı ama o zaman da serinin takipçilerinin çoğunluğunu oluşturan çocuk kesim yakalanamazdı tabii.

Neyse ya Hu. İşte öyle bir seriydi. Ben izlediğim için pişman değilim. Son iki filmdeki müzikler de bir hayli üst seviyeydi. Sadece müzikleri için bile izlerim, şuan hiç izlememiş olsam (:

Seri uzun olunca üzerine de çok şey deniyor. Ama hiç niyetim yok. Boşa vakit kaybetmeden, hakkını da yemeden son filme puanımızı verip Harry Potter sayfasını kapatayım kendimce.

Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2 (2011) 7 / 10
Devamını Oku

21 Kasım 2011 Pazartesi

11-20 Kasım 2011 Filmleri

Uzun hem de çok uzun zamandır izlemek istediğim filmleri aradan çıkardığım periyotlardan biri oldu Kasım'ın ortası. Ve çok rahatlıkla söyleyebilirim ki hiçbiri hayal kırıklığı yaşatmadı. Yorumlardan da anlayacağınız üzere, bu -tarafımca geç izlenmiş- filmlerin hepsini gönül rahatlığıyla tavsiye ederim.

Aralarında müstakil yazıyı hakedenler olmasına rağmen vakitsizlikten dolayı bu sefer böyle oldu. İdare edelim artık :)

Neresine değinmeli ki! Neresine değinilmediğinde acınmamalı ki! Çok vurucu bir film ya Hu!

Hadi öyle havada bırakmayalım, ucundan da olsa tanımlayalım bu filmi de. Abiler ablalar bu film, tebdili mekanda ferahlık var filmi. Karaya vuran insanların yan yatmışlıklarını, denize açılma arzusuyla bütünleştiren bir film. Etkileyiciliği sadeliğinden, vuruculuğu gerçekliğinden geliyor.

Diyalogları enfes. Oyunculukları müthiş. Tabii Paul Giamatti'ye ayrı parantez açılmalı. Yok böyle performans, yok böyle kendini vermek.

İnsanın zihnine kazınan sahneler de eksik değil. Hele birkaç sahne var ki... Hele hele bir pinot anlatımı sahnesi var ki... Yeter o sahne! Dur dur yeniden izle. Tabii anlamlanması için filmi tamamıyla izlemeniz lazım.

Üzerine ne dense az. Ciddiyim. O yüzden sürmesin bu yorum, diyerek '61' sahnesine de ayrıca selam çakarak saygılarımı sunaraktan puanımızı verelim;

Sideways (2004) 8 / 10



Filmin isminden de anlaşılacağı üzere Papalık eksenli bir film Habemus Papam. Gerek eleştirel üslubuyla gerekse de bu eleştirelliğini dillendirirken takındığı mizahi üslubuyla 2011 yılının en akılda kalan filmlerinden olacağı aşikar.

Nanni Moretti'nin hem oynayıp hem de yönettiği filmler sınıfına bir yenisi daha eklenmiş. Oyunculuğu yine göze batıyor ama bu sefer filmi beğendim. Bu filmi izlemeden Papa seçmesin katolikler, o kadar diyeyim :)

Biz beğendik ama katoliklerin çok tepkisini çekmiş olmalı film. Ama pek çok katolik de filmin mizahının içine çöreklenmiş drama fokuslanmış olmalı. Gerçekten farklı bir film çıkmış. Sadece cesareti için bile kutlamak gerekir Nanni Moretti'yi. İtalya'da bu kadar antikatolik bir film çekmek kolay bir şey olmasa gerek.

Habemus Papam (2011) 6 / 10



2011 yılını feci halde sevmeye başladım. Kasım'ın ikinci yarısından itibaren çıkmasını beklediğim, senenin ağır toplarından önce, orta halli filmler bile üstlerine düşenleri fazlasıyla yaptılar.

Şuana kadar vizyon görenler itibariyle Bridesmaids'le birlikte senenin en iyi orta-üst komedi filmi diyebilirim Crazy, Stupid, Love.'ye. Modern insan geyiklerine girme lüzumu görmeden direkt olarak eğlenceyle karışık güzel bir mizah yakalamışlar ve oradan gitmişler. Tamam klişe, tamam geyik var filmde ama gerçekten çok eğlenceliydi. Bir bahçe sahnesi var ki unutmam mümkün değil.

Film sadece ucuz olmayan mizahıyla da kalmıyor. Çok az filmde görebileceğimiz bir yıldızlar geçidi oluşturuyor oyuncu kadrosunu filmin; Steve Carell, Ryan Gosling, Julianne Moore, Emma Stone, Marisa Tomei ve Kevin Bacon. Şu 6 oyuncudan en az 4 tanesi, tek başına alır götürür herhangi bir filmi. Hal böyleyken oyuncu performanslarını övmeye gerek görmüyorum :)

Öyle çok büyük manalar atfetmeden izleyip eğlenilecek bir film. Son zamanlarda bu kadar içten gülmemiştim. Hoş vakit için birebir. Örneklerine az rastladığımdan gönül rahatlığıyla üste tamamlıyorum;

Crazy, Stupid, Love. (2011) 7 / 10



Filmlere azar azar yorum yapıyorum bu konseptte. Ama bazı filmler ciddi manada zorluyor kısa yorum yazımını. İçerikleri o kadar geniş, çağrıştırdıkları o kadar derin oluyor ki... O filmlerden biri Another Year.

Her şeyden önce tam bir 'ayma' filmiyle karşı karşıyayız. Modern insan, diğer tüm cinslerinden daha da yalnız ya. Ahanda o yalnızlık zirvesinin muhteşem bir panaroması mevcut bu filmde. Sadece Mary karakterini gömeniz için bile izlemeniz lazım. Karakteri canlandıran Lesley Manville fena! Resmen hayattan soğutuyor insanı. Yoksa insan doğası gereği, hafif bir ders mi almamızı sağlıyor karakterin inanılmaz yalnızlığı. Belki de başka bir insan doğası gereği, onun o acınası haline bakıp halimize mi şükrettiriyor!

Neresinden tutsanız sapasağlam film. Bu tür için 129 dakika gibi nispeten uzun bir süreye sahip olmasına rağmen şıp diye bitti. Bir kere çok güzel yazılmış. İlgilenilen bahçe, ekilen bitkiler, nergis çiçeğine yapılan atıflar... Bütün bunların insanlarla kurulması muhtemel metaforik bağlantıları... Değil mi ki ne ekersen onu biçersin!?

İzleyin a dostlar. Lazım bu film her bünyeye. Bir final var ki... İzleyin izleyin (;

Another Year (2010) 7+ / 10



Doğu sineması, aslında daha çok da Çin-Japonya ekolü bu tür yapımları çok iyi beceriyor. Normalde çok basit olan bir hikayeyi alıyorlar, inanılmaz bir sinematografiyle işliyorlar ve ortaya görsel bir destan çıkarıyorlar. Red Cliff serisiyle bu filmi bir almak lazım ele. Daha pek çokları var ama en çok bilinenler olduğu için söyledim. Yoksa aklınıza gelen diğerleri de olabilir. 2 taneyle sınırlı tutmayalım adamların külliyatlarını (:

Bizimkilerin bunları örnek alması lazım. Her zaman deriz, bizde ne hikayeler var ne hikayeler, diye. Aslında Doğu'da bizimkinin bin katı mevcut ve adamlar anca bu kadar yapabiliyorlar. Öyle bahaneleri bir kenara kaldırmanın vakti çoktan geçti hasılı. Adam olun çekin (:

İçeriğine vs girmeyeceğim filmin. Lakin yeri ayrıdır filmin bende. Ve sinemada izlemediğime pişman olduğum filmlerdendir de. Dersane sonrası bir arkadaşla sinemaya gittiğimizde görmüştüm filmi. Bir hayli de şaşırmıştım aslında. Zira gözümde eskimişti. Yapımı 2002 olan film 2005'te vizyona girdi Türkiye'de. Onu da belirteyim (: Ve bu film yerine son anda aynı zamanda vizyonda olan Blade 2'ye girmiştik. İçimde hep uhde kalmıştır bu film. Tam sinemalıktı halbuki. Bir de yalandan ühü ühü koyalım ve puanımızı verelim;

Hero (2002) 7 / 10



Ya Hu bazı filmler oluyor, ne desem diye iki saat düşünüyorsun. Bir şey denilememesinden de değil üstelik. Ne desen eksik kalıyor, belki de fazla! Şu filmin kurgusuna methiyeler düzmeye uğraşsam kesinlikle yorulurum ve hala söylenmemiş pek çok şey kalır. O kadar üstün bir kurgusu var. Hele bir giriş var ki! Keşke görmeyeydim. Şuan o kadar etkilenmiş durumdayım ki o sahneden, hani sinema nedir diye sorsanız büyük ihtimalle sadece o sahneyi işaret ederim. Daha da bir şey yapmam!

Filmi tanımlamak da pek mümkün değil. Yaklaşık 4 saat süren enfes bir hayat filmi, dersek çok da büyük konuşmuş olmayız. Geri dönüş, intikam, pişmanlıklar gibi temaları da ekleyebiliriz kolaylıkla bunun arkasına. O kadar çok atıf var ki bunlarla ilgili. Hepsine en doğru denilebilir. William Shakespeare'nin Anthonius ve Cleopatra eseriyle ilgili yakaladığım atıf yeter de artar, ki daha niceleri var. Hadi bunun yanına da çöp öğütücü sahnesini koyayım. Benden bu kadar. Yoksa iş incelemeye kadar gider (:

Sinemadan gerçekten haz alıp almadığınızı sınamak istiyorsanız, sizin için güzel bir fırsat bu film. Tam bir turnusol kağıdı tadında. Zaten Sergio Leone usta çekmiş. Ve amcanın izlediğim filmleri içindeki en iyi kurguya sahip olanı. İzlemeden olmaz, diyeyim. Ennio Morricone'nin enfes müzikleri ve Jennifer Connelly'in ufaklığı da filmin bonusları (:

Filmin 229 dakika olması, filmin uzun olduğu anlamına gelmez her zaman (;

Once Upon a Time in America (1984) 8 / 10



Türk yapımlarını izleyeceğim diye kendime kota koymuştum ama yine aklımdan çıkmış (: Ay bitmeden de en azından bir tane izlemiş olayım dedim.

Beklediğimden daha sağlam buldum Kaybedenler Kulübü'nü. Bulduğumdan da iyi olabilirdi aslında. Zira pek çok kısmı oldukça göz dolduruyor. Dünya genelinde çokça benzerine denk gelmemize rağmen Türkiye için oldukça aykırılık barındıran bazı diyaloglarını, şöyle film sonunda elimizde sapasağlam kalabilecek bir kurguyla bütünleştirselerdi, hepten gözüme girebilirdi.

Film iyi sayılabilecek bir seviyede ama ne oyunculuklar ne de karakterler memnun kalınacak cinsten. 'Kaybedenler böyle değildir arkadaşım' tipi pek çok eleştiri yöneltilebilir ve hepsi de haklı olur şu filme. Haliyle izleyicide altı dolu bir rahatsızlık hasıl oluyor film boyunca. Keşke farklı yapacağım diye tutarlılıklar gözden kaçmasa, kaçırılmasa...

Neyse. İzledim Türk filmimi rahatladım (:

Kaybedenler Kulübü (2011) 5 / 10
Devamını Oku

17 Kasım 2011 Perşembe

Batıya Doğru Akan Nehir - TRT'den Bir Belgesel Serisi Daha


Çekimlerinin haberini duyduğumdan beri beklemede olduğum bir seriydi Batıya Doğru Akan Nehir. İsmi klişe gibi dursa da benim için her zaman geçerliliği olan bir kalıptır bu. Pek çok türevi vardır ve hepsi de candır, canandır. Sanırım vuslat öğeleri barındıran bir vahdet seziyorum bu kalıpta. Yekliğe doğru açılmış kutsal bir devinim!

Belgesel aslında Eylül ayında başladı Trt bünyesinde. Şuan halihazırda yayınlanmış 8 bölümü mevcut. Neredeyse yedi-sekiz aydır beklememe rağmen araya giren yazılması gereken yazılar, çıkması gereken dergiler, gidilmesi gereken okullar ve tabi ki izlenilmesi gereken filmler derken bu zamana kadar başlayamadım bir türlü. Ama artık öncelikle yayınlanmış bölümleri hafiften izleyecek ve ondan sonra da haftada bir yayınlanagelen bölümleri takip edebilecek durumdayım.

Hani izlememiş olanlar veya belgeselin ismini duymamış olanlar vardır da izlemek isterler diye başlama niyetimi açıktan belirteyim istedim. Pişman olmayacağıma neredeyse eminim. Bakalım bizimkiler nasıl bir şey yapmışlar. Bölümleri izledikçe hafif yorumlar da gelebilir.


Burada sözü -henüz izlemediğimden- belgeselin yapımcılarına bırakıyorum. Belgesel şöyle bir şeymiş;
Verimli Mezopotamya ve Anadolu topraklarında başlayan insanlığın uzun medeniyet yolculuğu yaklaşık on iki bin yıl öncesine uzanıyor. “Batı’ya Doğru Akan Nehir Medeniyet Belgeseli”, bu uzun yolculuğu objektif bir bakış açısıyla anlatıyor.

Dünya kamuoyunun dikkatini uygarlığın gerçek doğum yerine, yani Orta Doğu’daki iki nehrin arasına, Mezopotamya’ya çevirmeyi amaçlayan “Batı’ya Doğru Akan Nehir” Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi (MEDAM) tarafından, Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin katkılarıyla hazırlandı. Çekimlerine iki yıl önce başlanan “Batı’ya Doğru Akan Nehir Medeniyet Belgeseli” için 16 ülkede çekim yapıldı, 200 civarında düşünür, sanatçı, bilim adamı ve politikacıdan görüşler alındı ve en gelişmiş bilgisayar grafikleri bir araya getirilerek eski çağların şehirleri ve eserleri dramalar ile tekrar canlandırıldı. Her biri 45 dakikalık 20 bölümden oluşan belgeselin uzun ve kısa olmak üzere iki versiyonu bulunuyor.
Uluslararası fikir önderleri tarafından ‘medeniyet üzerine çekilmiş en kapsamlı belgesel’ olarak nitelendirilen proje, 11 Eylül saldırılarından sonra dünyaya yayılan Doğu ve İslam muhalefetine karşı, insanlığı daha dengeli bir bakış açısıyla buluşturmak için hayata geçirildi. “Batı’ya Doğru Akan Nehir” bir barış belgeseli olmayı amaçlıyor.

Başbakanlık Türk Tanıtma Fonu’nun destek verdiği ve İngiltere’nin en büyük yapım şirketlerinden Lion TV’nin yapımını üstlendiği bu belgesel TRT’de gösterilmeye başlandı.

Bu da tanıtım filmi;
Devamını Oku

15 Kasım 2011 Salı

Leyla ile Mecnun - Dizi Kendisini Tanıtsın Madem!


İlk bölümünden itibaren, müptela dolaylarından bir şeyi olduğum, Leyla ile Mecnun dizisine hep bir şeyler yazmak istedim. Nedense olmadı. Süreleri sebebiyle takip ettiğim hiç Türk dizisi yok uzun süredir. Aslında tamamıyla takip ettiğim de hiçbir zaman olmadı. Ve hayat böyle akıp giderken, dahası böyle akıp gitmeye de devam edecek gibi görünürken, bir şey(!) doğdu;

Hayatın akışını kesen. Eğriyi düz, düzü yüksek, yükseği engin, engini ulu yapan...

Abartmıyorum. Bunların hepsini kendi çapında ama yine de yapan bir şey Leyla ile Mecnun. Şu haliyle ne The Big C'ye ne Mad Men'e ne de diğerlerine değişirim. Kalite olarak bu saydıklarımın ve saymadıklarımın yanına bile yaklaşamayacakken, çıktığı toprakların dengeleri sebebiyle hepsinden önde gelir nazarımda bu güzel dizi. Onur Ünlü ve Burak Aksak ikilisinin başını çektiği kamera arkası ile Ali Atay ve Serkan Keskin'in başını çektiği kamera önüne hiç girmeyeceğim. Hepsi inanılmazlar. Hepsine ayrı Selam(!) olsun.

Normalde, bloga kendi yazımım olmayan hiçbir şey eklemiyorum. Eklenmesini doğru bulmuyorum. Hasılı ekleyemiyorum. Ama dizinin 2. sezon 11. bölümünün, yani 31. bölümünün sonu, tam da bu zamana kadar tanımlayamamak korkusuyla başlık açmadığım Leyla ile Mecnun'u özetler nitelikte. Uzun uzun anlatmak yerine ilgili bölümün son 80 saniyesi her şeye kafi!

Artık, başlamaları için başlarının etini yediğim geriden takip edenler de bir an önce güncele gelirler sanırım. Demii :)
Başlamayanlar da eh bi zahmet...

Onur Ünlü'ye de acil şifalar.




Gidenler, bizden hep bir parça götürürler.
O parçanın yerinde de derin izler kalır.

Herkesin bir yara izi vardır.
İnsanlardan gizlemeye çalıştığı, saklamak için çok uğraştığı bir yara izi.
Herkesin bir yara izi vardır.
Kimseye dokundurtmayacak kadar güzel olan.
Baktıkça nefes alabiliyor olmanın kıymetini anlamanı sağlayacak bir yara izi.
Bu izlerle yaşamaya alışırsın.
Bir sabah belki gün doğarken baktığında dışarı, yaşamayı yeniden sevebilirsin.
Ve bir gün, elbet birileri o yara izlerine dokunur.
Acın da biraz olsun hafiflemeye başlar!!!





.
Devamını Oku

11 Kasım 2011 Cuma

01-10 Kasım 2011 Filmleri

Güzel filmleri sıkıştırdığım bir 10 gün oldu Kasım'ın başı. The Hours gibi neredeyse enfes bir filmle başladım, V for Vendetta gibi enfes bir filmle devam ettim (ki 4. tekrar oluyor) ve Vals Im Bashir gibi çok etkileyici bir animasyonla noktaladım bu periyodu.

The Hours ve V for Vendetta yazılarına, film isimlerinin üstlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz. Diğer filmlerin yorumları da yazının devamında.

-The Hours (2002)
 -V for Vendetta (2005)


Hollanda'nın medarı iftiharı niyetine dolanıp duruyordu bu film etrafta. 2. Dünya Savaşı konulu olduğu için de her daim izleme listemdeydi. En nihayetinde izleyebildim. Değerlendirmesi zor bir film olmuş. Kesinlikle kötü bir film değil. Aslına bakarsanız iyiden biraz daha iyi bir film bile denebilir Zwartboek'e.

Dönem filmlerinde (özellikle de 2. Dünya Savaşı dönemi) en temel öğe her zaman mekan inandırıcılığıdır. Bunun hemen ardından savaş kasveti gelir. Bu filmde ikisi de oldukça başarılı. Lakin savaşın o çıplaklığını yansıtmak yerine başka konulara girmeyi tercih etmişler.

İşi gücü bırakıp filmi analiz etmeye kalktığımızda yaklaşık olarak 3-4 bölüme ayırabiliyoruz filmi. Bir dönem filminde, özellikle de savaşta geçen bir dönem filminde, bu riskli bir tercih. İzleyenleri savaşın kasvetinden olabildiğince koparıyor filmin hızlı temposu. Tabii işin içine giren sürprizler de olunca hepten kopukluk hissi oluşuyor.

Her şeyine rağmen iyi bir film demekle yetineyim. Soğumama sebep olan sonu olmasaydı kolaylıkla üste tamamlayabilirdim. Ama imkanı yok bu durumda :)

Zwartboek (2006) 6+ / 10



1992 yılı itibariyle en iyi Batman filmidir benim için Batman Returns. Tim Burton'un karakteristik temalarının neredeyse hepsini, Batman gibi çizgi roman patentli bir süper kahraman filminde görüyoruz. Soğuk, gece, kış, kar, noel, karakterin kendini keşfi, maskeler... Tabii bunların yanında Gotham'ın kasvetini de atlamamış 'garip' yönetmen.

Yeni Batman serisi çekilmeseydi veya yeni seriyi Christopher Nolan ele almasaydı muhtemelen en iyi Batman filmi olarak kalacaktı, bu serinin ikinci filmi olan Batman Returns. Sadece hafızalara işlediği Catwoman bile yeterli bunun için. Hatta Daha sonraları çekilen Catwoman filminde rol alan Oscarlı oyuncu Halle Berry'nin ağır eleştiriler almasını sağlayacak kadar oturmuş bir karakterdir Kedi Kadın. Michelle Pfeiffer'e selam olsun :)

Yine de Tim Burton'un bu filmle beraber Batman olayından elini eteğini çekmesine sevinmişimdir her zaman. Tim Burton kendi dünyasını vursun perdeye. Batman gibi yeniden yorumlandığı zaman ele avuca gelmesi imkan dahiline giren karakterler hiç Tim Burton'a göre değil.

Seriye devam etmeyi düşünüyorum. İyi bir tekrar oluyor. Ama Tim Burton'unkilerden sonra Joel Schumacher'inkiler nasıl çekilecek meraktayım :)

Batman Returns (1992) 6 / 10



Ağır bir film demekle başlamalı Solaris'e (Solyaris). Anlaması imkansız, mana yüklemesi zor, hazmetmesi de en yavan tarifiyle zaman alan bir film. Bunların yanına, felsefik bilim-kurguya aşinaysanız da, sevmesi kolay bir film olduğu eklenebilir.

'Ben olsam' ne yapardım sorusuyla pek çok kez karşılaşacağınız sahnelerle dolu olması, insanı içine çeken en büyük özelliği filmin. Kitabını okumadığımdan pek çok imgelemi havada bıraktığımı itiraf etmem lazım. Filmin ne dediğini anladıysam da genel bir rahatsızlık duyuyorum şuan. Belki okumaya karar verdiğim kitabı ve Hollywood uyarlamasından sonra her şey daha bir oturur. O zamana kadar saygın yerini koruyacak bende Solaris. Ama o kadar. Ne çok büyük manalar verip yücelteceğim ne de anlaşılmaz diye etiketleyip yerin dibine geçireceğim.

1972 senesi itibariyle öngörüsü sağlam bir film olduğunu da eklemeliyim. 5 dakikalık bir otoban sahnesi var ki, dönem 'Rus toprakları' için ne denli ütopik bir şey olduğunu izleyen herkes hemen anlamıştır sanırım. Sahnenin çekildiği yerin, gelişmişliğine ve alfabesine bakarak, Japonya olduğunu söyleyebilirim.

İzlediğimden dolayı mutlu olduğum filmler listesine girdiği için, gönlüm rahat bir şekilde;

Solaris (1972) 7+ / 10



'Hindistan sokaklarına dair yalın gerçekler' temalı bir film. Benzerleri gibi yaptığı en iyi şey, 'gerçek'ten yapılmış oklarla hedefi tam on ikiden vurmak. Bunu yaparken bazı farklı olgulara (toplumsal adaletsizlik, ekonomik adaletsizlik, hukuki adaletsizlik) üstünden de olsa değinmeyi tercih etmiş yönetmen. İyi de yapmış. Ama keşke biraz daha derine inseydi.

Yönetmenle herhangi bir yakınlığım yok ama klasik 'kadın eli' yok bu ablada. Dolambaçları sevmiyor. Direkt olarak söylüyor içindekini. Senaryoya netlik kazandırırken bir yandan da düzlük aşılıyor kurguya bu durum. İyi mi kötü mü karar verebilmiş değilim şimdilik. Önümüzdeki filmlerde bakacağız :)

Öyle veya böyle izlenmesi lazım bu tür filmlerin. Bir Cidade de Deus tadı daha almak isterseniz deneyin derim. Belki Hindistan masumiyeti daha da etkiler bazılarını...

Salaam Bombay! (1988) 6+ / 10



Onu bunu bilmem, sinemaya Tom McCarthy gibi birisi de lazım. Tamam hep aynı telden çalıyor ama çok leziz bea. Hatta sinemadan önce 'birleştiğini iddia eden hegemonik güce' lazım bu eleman ve bu elemanın söyledikleri.

Aile bağlarındansa insani bağların daha güçlü olduğu vurgusu, şuanda tüm zamanlardan daha da özlemini çektiğimiz bir şey. The Visitor'la zirveye çıkmıştı bu söylem ama bu filmle de güzelce yakalanmış aynı ton. Gerçi The Blind Side'den sonra çekilmiş olması, hafif bir tekrar havası vermiş hikayeye ama olsun. Dediğim gibi 'lazım lazım böyle şeyler'. Bazı tekrarlar güzeldir :)

Paul Giamatti'nin yeniden döktürmesine şahit olmak bile yeterli bu filme, izlemek için. Oyunculuk denen şeyi, ruhlarına işletmiş bazı oyuncular varsa onlardan biri kesinlikle Paul Giamatti. Her performansında ayrı bir saygı uyandırıyor kerata. İzlemeye doyamıyoruz efendim.

Bu tür filmlerdeki, o inanılmaz naif vuruculuğu, güzelce yansıtmasıyla kendime özel hit 2011 filmleri listeme girdi Win Win. Hasılı gönül rahatlığıyla üste tamamlayaraktan;

Win Win (2011) 7 / 10



Uzun zamandır izlemek istediğim bir seriydi. Yeni filmin de çıkmasıyla beraber başlamamak için bir sebep kalmadı, diyerekten başladık sonunda.

Beklentim fazlaydı. Hiç karşılayamadı. Gerçi bu filmde ters köşe olmamalıydım. Zira adından da belli zaten. Ama ben nedense daha sinemasal bir şey bekliyordum. Neyse... üzerine çok şeyler söylenecek bir yapım değilmiş.

Klasik bir dünya görüşü 'sebebiyle' çekilmiş film. Çok sıkıldım. Filmin girişinden sonra başlayan esas konuyla birlikte filmin ne olduğu anlaşılıyor ve ondan sonrası geçmek bilmiyor. Ne bir gıdım sembol kullanımı var ne de senaryoda zeka ışığı var.

Harbiden güzel olan giriş ve bitiş bölümleri hatırına yukarı tamamlayaraktan;

Planet of the Apes (1968) 5 / 10



İsrail nefretim büyüktür. Öyle böyle değil, çok büyüktür. Kelimeler yetmez, bu yüzden genelde büyük derim, çekilirim kenara. Ama bazı anlar gelir, yetmese de tüm kelimeleri sıralayıp yine de ifade ederim bu büyüklüğü. Bu ardarda nefret kelimelerini sıraladığım zamanların tekinde şunu fark etmiştim. Aslında bu elemanlara duyduğum şeyin adı nefret değildi. Olsa olsa acımaydı. Öyle bir acıma ki bu, tam anlamıyla nefret denen şeyi merkezinden kesen bir teğet. İşte bu yapım tam da bunu yeniden hatırlamama sebep oldu.

1982'deki Sabra ve Şatilla katliamları üzerinden genel bir psikanaliz koyuyor önümüze Vals Im Bashir. Bir ırkın nasıl bir düşünüş şekline sahip olduğunun ve tüm dünya ona karşıyken hatta nefretlerini kelimelerle anlatamaz haldeyken bile hala nasıl katliamlara devam ettiğinin (edebildiğinin) resmini koyuyor önümüze. Rüya yorumlamaları ve bunlara verilen bilimsel deney örnekleriyle beni benden aldı birkaç yerde.

Tamam güzel hoş film ama daha da önemli bir özelliği var bu yapımın. Tüm dünyanın içinde bulunduğu uyku haline bir nebze de olsa darbe indirir bir havası var. Tabii uykuya aşık bilinçler buna rağmen uyumaya devam edeceklerdir ama pek çok izleyen de istemli şekilde uyanacaktır birkaç sahne dolayısıyla.

Konu çetrefilli bir kere. Çok şey denir de... Neyse izlenmeli bu animasyon!

Vals Im Bashir (2008) 7 / 10
Devamını Oku

1 Kasım 2011 Salı

21-31 Ekim 2011 Filmleri

Bu 10 günde ayrı başlık açılan tek film oldu. İzlemenizi kesinlikle tavsiye edeceğim bir film. Üstüne tıklayarak ilgili yazıya gidebilirsiniz. Diğer filmler de olağan sayfa düzeniyle aşağıdalar.

The Tree of Life



Bazı filmler vardır, kaliteleri namına varlık gösteremeyebilirler fakat senaryoları öylesine sıcak, öylesine içtendir ki tüm defoları görünmez olur. Özellikle spor gibi mental yönü, hayatı kavrama gibi konulardan çok daha aşağıda olan temalarda hayat bulur bunlar. Zira futbolla, basketbolla veya diğer herhangi bir branşla hastalık derecesinde ilgilenmek için az biraz basit olmak lazımdır ve o basitliğin içinde karşı konulamaz bir samimiyet olmalıdır.

Bu film de, işte bu samimiyetin temsilcilerinden biri. 1930'da Uruguay'ın başkenti olan Montevideo'da düzenlenen tarihin ilk dünya kupasına katılma serüveni diyebileceğimiz bir hikayesi var. Ufak bir kasaba ve futbola hastalık derecesinde bağlı birkaç insanın ufak hikayeleriyle de zenginleşince, filmin tek kozu samimiyet olmuş çıkmış.

Film bu haliyle inanılmaz derecede Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filmini hatırlattı bana. Ama bizim film daha iyi :) Her şeye rağmen dikkat çekmeyi başaran bir Sırp filmi. Doğu Avrupa'dan da bu şekilde filmler çıkması sevindirici.

Montevideo God Bless You (2010) 5 / 10



Tokat gibi bir film. Gibisi biraz fazla bile. Sovyet dönemindeki Romanya'nın son dönemini mükemmel aktarmış Cristian Mungiu; hem güzelce yönetmiş hem de gerçekten kolay kolay unutulmayacak diyalog sahneleri (en az 3-4 tane) yazmış.

Atmosfer yaratma dediğimiz şeyin dersi verilmiş olabilir bu filmde. Gerçi bir iki defa daha izlemek lazım olabilir tam olarak idrak edebilmek için ama aklımdan çıkmayacak bir 'karanlık' vardı bu filmde. Hem de arka fonu öyle bir korkuyla kaplıydı ki bu karanlığın, sanırsınız Sovyetler Birliği hala yaşıyor!

Hele bir doktor karakteri var ki, elemanı bulup zorla oynatmak lazım her filmde. Filmin üzerine kurulduğu güç-hak ikilemini öyle bir koyuyor ki ortaya bu karakter, kurduğu psikolojik baskının kurbanı siz olup çıkıyorsunuz.

Filmi izleyip de şöyle parıl parıl bir gün ışığı istemeyen olmayacaktır sanırım. Karamsar bir döneminizde izlememeniz şiddetle tavsiye olunur. Çok vuruyor film. En ama en dolusundan bir;

4 Months, 3 Weeks & 2 Days (2007) 8 / 10



Devam filmi gibi olmayan devam filmlerinden biri daha. Animasyonlarda daha sık görülüyor bu durum. Zaten türün genel hedef olarak belirlediği kitleyi düşündüğümüzde öyle de olmalı sanki. Çocuklardan birbirleriyle alakalı filmlerdeki bağlantıları akıllarında tutmalarını beklemek pek gerçekçi değil. Dahası ilk filmi izleyen çocuk, ikinci film çıktığında evlenmiş bile olabiliyor çoğu zaman :D

İlk film ayarında olmuş Cars 2. Başrol değişmiş. İlk filmde olup ikinci filmde olmayan karakterlerin eksikliklerini hissettirmeyen yeni karakterler monte edilmiş. Ve belki de filmin en albenili kısımlarından olan Cem Yılmaz dublajını da buna borçluyuz. Başrol olmayan bir arabanın dublajını üstlenmiş Cem Yılmaz ve her zamanki gibi müthiş bir seslendirme yapmış.

Her animasyondan sonra boynuma borç bilirim, Türkiye'nin dublaj konusundaki yetkinliğini belirtmeyi. Bu film de onlardan biri. Genel olarak herkes çok güzel seslendirmiş. Bu tür filmleri sakın orijinal sesleriyle izlemeyin :)

Cars 2 (2011) 6 / 10



Önce bir durmak lazım bu tür filmleri izlemeden. Ne beklediğine karar verip öyle izlemeye başlamak lazım. Eğer dünya meselelerine köklü çözümler, tarihi olaylara entelektüel bakışlar bekliyorsanız hiç bulaşmamanızda fayda var. Zira tamamen gişe amaçlı film bunlar.

Neden mi söylüyorum bu bilinen şeyleri? Çünkü izledikten sonra hala bunların yokluğunu kabullenemeyen insanlar oluyor. Gerçekten şaşılacak durum. Film bence ne vaat ediyorsa sonuna kadar veriyor onu. Tamam belki bir Iron Man gibi değil ama zaten normal olmayan Iron Man'di. Marvel evreni için oldukça uygun bir film olmuş diyebilirim kısaca Captain America'nın ilk filmine..

Filmin sonu oldukça iyi bağlanmış. Ben izlemekten hala keyif alıyorum bu süper kahramanları. Belli ki The Avengers'tan sonra bile arkası gelmeye devam edecek. Beklemiyorum gelmelerini ama gelirlerse de izlememezlik etmem sanırım :)

Captain America: The First Avenger (2011) 5 / 10



Animasyonlardaki seslendirmeler çok başarılı diyoruz ya hani, işte o başarının hası var bu seride. Po'yu Okan Yalabık'tan başka kim seslendirebilirdi ki acaba bu kadar güzel? Po'nun 'korkusuz korkak' triplerine, fırlamalıkla karışık içtenliğine daha bir anlam yüklüyor Okan Yalabık. Çok başarılı gerçekten.

İlk filmdeki komedi yoğunluğunu bu filme taşımamışlar. Sanırım bu bilinçli bir tercih. Zira çok aşırı huzur teması vardı tüm animasyon boyunca. İç huzurdan tutun, duygusal sahnelere kadar etkileyicilik tavan yapmış pek çok yerde. Sadece duygusallıkla da kalmamışlar. Günümüz reel dünyasına yapılan sosyo-politik göndermeleri fark edememek bir hayli zor. Sadece kötü karakterin bombayla simgelenmesi ve kalesinin Pentagon şeklinde inşa edilmiş olması bile yetti bendenize.

Bu seri hep devam etsin. 3'le kalıyorlar genelde ama bu serinin gideri çok. Po'yu göstersinler sadece, yeter bana :) Animasyon severseniz Po'dan gayri kalmayın. Animasyonla aranız yoksa da, Po, size güzel bir ara yapacaktır sanırım :)

Sonu hatırına yukarı tamamlayaraktan;

Kung Fu Panda 2 (2011) 7 / 10



Uzun uzadıya değinmeye gerçekten gerek yok. İnanılmaz derecede 'sinema nedir' sorusuna cevap veren bir yapım 12 Angry Men. Filmin bu soruya cevabı, benim de cevabım olan senaryodur. Zira film tek mekanda geçiyor ve tamamen diyalog üzerine kurulu. Alıp tekrar tekrar izlenesi bir şey!

Filmin konusunu bilmeyen yoktur. Gerçi benim de konu yazdığım yoktur ama bu film başka. Bu filmde spoiler denen olay yok. Onun için rahat olunabilir :) Filme ismini veren 12 adam, bir mahkemenin jüri üyeleridir. Ve dava hakkında son kararı almak için bir odaya kapanmaları üzerine kuruludur. Film, bu kararın alınış sürecinde genel bir adalet algısı üzerinde durur. Ön yargının ne denli önemli bir şey olduğunu her sahnede kanırta kanırta vurgular. İlla izleyin.

12 Angry Men'e ya çok şey yazacaksınız ya da hiç yazmayacaksınız. Öyle bir filmdir kendisi. Ben yazılmasındansa izlenmesi taraftarıyım bu seferlik.

12 Angry Men (1957) 8 / 10



Son dönemde krizde olan 2 tür var sinemada. İlki, tarih boyunca hiçbir zaman arka arkaya süper filmler çıkaramamış korku türü. Diğeri ise korku türünün aksine, her daim iyi örnekler verebilmiş olan komedi türü. Komedinin bu duruma düşmesinin farklı nedenleri olsa da, en büyük neden olarak günümüz gençliği gösterilebilir.

Ucuz komedi her zaman daha fazla tercih edilmiş olsa da, son zamanlarda istisnasız bir şekilde hitleşmiş durumda. Birbirinin aynısı olan komiklikleri arka arkaya kaç filmde görsek de, hala kemikleşmiş bir izleyici kitlesi hazır bulunuyor. Hal böyle olunca gözleri paradan başka çok az şeyi gören yapımcılar, komedinin bu ucuz türüne satıyorlar kendilerini!

Son dönemlerde işte bu ucuz olmayan komedinin örneklerine gerçekten hasrettik diyebilirim. Gerçi hiç yok değildi ama kendisinden söz ettirecek kadar ağırlığa sahip örnekleri gelmiyordu. İşte bu film, elinden hatta her bir yerinden tutulabilecek harbi bir komedi filmi olmuş. Bu sene beklediğim diğer sağlam komedilerin, tam anlamıyla bir habercisi olmuş çıkmış. Carnage'nin adını anmış olayım :)

Bridesmaids (2011) 7 / 10



Karşımızda, 'tanıtımlarıyla büyülenmiş gençlerin hüsranla karşılaşacağı filmler kuşağı' nın nadide bir örneği bulunuyor. Daha ilk teaseri bile çıkmadan, sadece filmin altında imzası bulunan J.J. Abrams ve Steven Spielberg isimleri yetmiş-artmıştı herkese. Hele daha sonradan bir teaser gelmişti ki, aman Allah'ım, o ne gizemdir.

Gelin görün ki filmin bu gizemle gram alakası yok. Kötü olmamakla beraber, tamamen 70 sonlarına ve 80 başlarına saygı geçidi gibi bir film olmuş. Bini bir para klişeler, gerçekten gereksiz espriler, zorlama sahneler... Yeniden söylemekte fayda var, kötü değil film. Ama o beklediğim şey olmadığı da çok açık. Hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmem lazım.

Daha önceden de ağır yaralar almış J.J. Abrams, bu filmle ölümcül bir darbe daha almış şahsımca. Buradan sesleniyorum kendisine, ürettiğin markan, hızla çöküyor kardeşim. Bir titre, bir toparlan, bir kendine gel arkadaşım.

Uzaylı muhabbetiyle dem vurulmak istendiğini düşündüğüm, güncel global siyasi eleştiriler sebebiyle üste tamamlayaraktan;

Super 8 (2011) 5 / 10



El Mariachi ve Desperado ikilisinin noktası. İlk filmin ruhunu kaybeden ikinci filmden de bir vites aşağıda olmuş Once Upon a Time in Mexico. Yine aynı patlamalar, espriler vs vs.

Serinin Hollywood'a manen taşınmasıyla kadrosunun yıldızlanma eğilimi aynen devam etmiş. Başrollerdeki Antonio Banderas, Salma Hayek ve Johnny Depp'in yanında Mickey Rourke, Eva Mendes, Danny Trejo, Enrique Iglesias, Willem Dafoe gibi pek çok üst düzey ünlü var filmde.

Bütün bu yıldızların içinden ayrılanı tabii ki Jonny Depp. Canlandırdığı karakter, sinema tarihine geçecek cinsten. Çok ofsayt bir eleman. Hem eğlenceli hem aykırı. Serinin en güzel yanlarından biri de bu kısmı aslında. Her üç filmde de göze batan karakterler, izleyiciyi yanına çekiyor.

Bu sefer müzikler olmamış. En üzüldüğüm kısım da burasıydı sanırım. İkinci filmdeki coşturucu ritimlerin yerinde yeller esiyordu.

Once Upon a Time in Mexico (2003) 4 / 10



'Ne desem ki şimdi? dedirten filmlerden biri Bisikletçi (Bicycleran/The Cyclist). Giriş bölümünde, dönem İran'ına en insani açılardan yaklaşması ve bu elde ettiği perspektifi geri kalan bölümlerinde gole dönüştürememesi gibi pek çok detayla da, çok şeyler sığacak bir hikayenin nasıl yazık edildiğinin örneği aynı zamanda.

Üzülmemek elde değil. Eğer yönetmen (aynı zamanda senarist), kendi emekleriyle izleyiciye vaat ettiği noktaları ustalıkla perdeye yansıtmayı başarabilseydi; belki de şuan İran sineması çok farklı yerlerde olabilirdi. Gelin görün ki, -gerçekten- çok güzel bir fırsat heba olup, iyi bir film olmuş çıkmış karşımıza.

Film, 1987 gibi günümüz modern teknolojisinden çok da mahrum olunmayacak bir dönemde çekilmiş olmasına rağmen feci halde teknik yetersizliklerle var edilmiş gibi duruyor. Gibi duruyor dememin tek nedeni, bu durumu anlayamamam. ''1987'de 1950'ler imkanlarıyla nasıl film çekilir'in cevabını mı arıyordu acaba yönetmen?' diye sormadan edemedim kendime. Zira film, teknik yetersizliklerin ardına sığınmayı, ta en başta kafasına koymuş zannediyorum. Yönetmen abi kusura bakmasın, naz makamımda bu tür bahaneler işe yaramıyor :)

Her şeye rağmen izlenmesi gereken bir film. Özellikle enfes müzikleri için bile izlenmeli. Şu filmi sırf müzikleri için bile koruma altına almak lazım. Mümkünse koruma altındayken başka bir yönetmen de güzel bir remakesini yapsın.

O güzel giriş kısmı ve her insana ayrı hisler canlandırması muhtemel sonu sebebiyle üste tamamlayaraktan;

Bicycleran (1987) 6 / 10
Devamını Oku
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...